Hogwarts'ta 7 Yıl Sayfaya git: 1, 2, Sonraki |
Sailor Moon Forum -> Fanart ve Fanfic |
Yazar
Mesaj
Merhaba dostlar, ben Yağmur. Uzun zamandır girmiyordum, eskiden de forumda bir hikaye yayınlıyordum. Adı: Hogwarts'ta 7 Yıl. Ancak kendimce sebeplerden, sildirmiştim. Şimdi ise çok içimden geldi ve devam etmek istiyorum. Daha önce 10 bölüm yazmışım, öncelikle ilk 5 bölümünü tekrar yayınlayacağım. Umarım okur ve beğenirsiniz
Uzun olduğu için spoilera aldım.
Uzun olduğu için spoilera aldım.
Spoiler:
Bölüm 1 (Açılış)
22 Haziran
"Yağmur, canım sen dur. Ben alayım dondurmanı."
"Tamammmm annecimm!"
Annesi, Yağmur'u doğum gününde, en sevdiği şeyi yemeye götürmüştü. Çikolatalı dondurma! Annesi dondurmayı ödemek için kasaya yöneldiği anda, beş yaşına basmış Yağmur, paytak adımlarla dondurmacının serinliğinden haziranın kavurucu sıcağına adım attı. Ve olan oldu.
Sıcak asfalt yolun ortasında dikilmeye başladı. Çocuk aklı, bunun tehlikeli olduğunu kavrayamamıştı. Ve kıpkırmızı, o zamana göre son model, çok güzel bir arabanın son hızla Yağmur'a çarpmasına sadece 5 metre vardı. Arabanın durması imkansızdı. Aslında, değildi.
Yağmur kafasını çevirip arabaya baktı. Gözleri büyüdü. İçinde bir heyecan hissetti.
Araba, sanki aynı anda onlarca frene basılmış gibi zank diye durdu.
3 Yıl Sonra
Yağmur artık büyümüştü. Tam sekiz yaşına gelmişti. Bu hiç de azımsanacak bir şey değildi (gördüğü herkese bunu söylüyordu) . O gün annesi Yağmur'a hediye olarak altın bir küpe-ilk küpesi- almaya karar vermişti. Yağmur bunu duyunca göğsü kabarmıştı. Seçmek için kuyumcuya gittiler.
Kuşkusuz eğer Yağmur, güzel bir altın küpeyi takabilmek için kulağını deldirmesi gerektiğini bilseydi, böyle bir şeye asla izin vermezdi. Ancak bilmiyordu, böylece Yağmur'un favori dondurmacısının yanındaki kuyumcuya girdiler.
Yağmur girer girmez orayı çok sevdi. Her yer ışıl ışıldı, altınlar, gümüşler, hatta elmaslar... Tek bir toz göremedi, zaten olanca temizliği yetmezmiş gibi kuyumcu elindeki nemli mor bezle hala tezgahı parlatıyordu. Oldukça geniş ve rahat bir yerdi, içerisi serindi. İkiside soğukta ürperdi. Kapının olduğu duvar boydan boya camdı, duvarlar krem rengiydi, altınımsı tezgah ve koltuklarla çok hoş görünüyordu.
Hemen koltuklardan birine oturdu, eriyip gidiverecek altın görüntüsüne karşın şaşırtıcı derecede serttiler. Bundan hoşlanmadı.
Annesi kuyumcuyla konuşuyordu. Dinlemeye başladı. "...şöyle şirin bir şeyler olsun. Kokoş kadınlarınki gibi olmasın ama zevkli olsun." dediğini duydu. "Kulaklarını yara yapar mı?" Canım annem, diye düşündü.
"Yok yok yapmaz hamfendi." dedi kuyumcu hevesle. Annesine bir tuhaf bakıyordu. Bundan da hiç hiç hoşlanmadı. Ama annesi küpelere bakmak için çağırınca yanına gitti.
Sonunda bir tane seçtiler ve hemen orada taktırmaya karar verdiler. Kuyumcu "Tatlı kız sen koltuğa otur ben geliyorum," dedi. Oturdu, adam elinde zımba gibi tuhaf bir aletle gelince ürktü. Kulağını deleceklerini anladı. Ama adam çok hızlıydı, hemen yanına gelmişti. Yağmur çırpınınca kolunu tuttu. Yağmur bundan da hoşlanmadı.
Adam eli yanmış gibi birden çekti. "Aaaaah!" elini yukarı kaldırdı ve gördüler. Adamın eli kıpkırmızıydı. Az sonra su toplamaya başlamıştı. Yağmur'un kolu ona sıcak gelmişti.
Yağmur o heyecanı tekrar hissetti ve bundan hoşlandı.
Bir daha o kuyumcuya gitmediler.
Bölüm 2 (Tuhaf Adam!)
"Ben bakarım!"
Kapı çalmıştı. Yağmur kapıyı açmak için yedi metrelik upuzun koridoru koşarak aştı. Annesi gelmeden kocaman demir kapıyı açtı. Karşısında hayatında gördüğü en tuhaf adam duruyordu.
Adam upuzun, ipince biriydi. Gece mavisi renginde tuhaf mı tuhaf bir takım elbisesi vardı. Boynunda da eşarbı... Yarımay biçimli gözlükleri, zeki bakan mavi gözlerinin ışıltısını saklayamıyordu. Bembeyaz, upuzun saçları toplanmamıştı, yerlere sarkan beyaz sakalı ise kemerine sıkıştırılmıştı. Dünyadan bile yaşlı görünüyordu.
Yağmur adama tuhaf tuhaf bakarken adam, "Merhaba Yağmur," dedi. Yağmur adını nereden bildiğini sormadı. Adam eline öksürdü. "İçeri geçebilir miyim?"
Yağmur transa geçmiş gibiydi. Ama yine de sordu. "Siz kimsiniz, ıııı, amca?" Dede ya da babalık diyebilirdi, ancak bu kabalık olurdu.
"Sormana sevindim. Ben Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu'nun müdürü, Albus Pervical Vulfric Brian Dumbledore'um. Artık sen de beni tanıyorsun. O halde içeri geçebilirim."
Yağmur ağzı açık, adama bakıyordu, adam iki saniye sonra bu sıcakta bile üstüne geçirdiği kalın ceketini çıkarmış, kapının yanındaki metal askılığa asmıştı çünkü.
"Böylece buruşmaz." Yağmur'a bakıp nazikçe gülümsedi. O da istemsizce adama gülümsedi.
"Eee, Yağmur, annen nerede bakalım?" Yağmur salonu işaret etti. "Si-Siz oraya geçin, b-ben çağırayım." Ama çağırmasına gerek kalmadı. Annesi mutfaktan çıkmış bakıyordu. "Yağmur kim ge- Aaa! Siz de kimsiniz! Evimde ne arıyorsunuz?!"
Annesi evinde yabancı birini görünce korkmuş ve heyecanlanmıştı. Adam fark etti. Yağmur adamın çok, ama çok zeki biri olduğu izlenimine kapıldı.
"Sayın bayan, lütfen korkmayın. Ben Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu'nun müdürü, Albus Pervical Vulfric Brian Dumbledore'um." dedi tekrar. Yağmur ilk şoku atlattığı için adamın isminin ne kadar uzun olduğunu ve onun yabancı olduğunu fark etmişti. "Ama, şey, beyefendi, şey, siz yabancı mısınız?" "Ah, evet. Siz Türksünüz, ben ise İngiltere'den geliyorum ve sanırım size göre yabancıyım, evet," dedi. Yağmur gülse mi ağlasa mı bilemedi. Ne kadar tuhaf konuşuyor, diye düşündü. Günün birinde bu adamın en güvendiği insan olacağı aklının ucundan bile geçmezdi.
Annesi kızgındı. Mutfağın kapısını koku çıkmasın diye kapattı, holdeki lambaları yaktı. "Bakın beyefendi, buna inanmamızı mı istiyorsunuz? Şu an hala evimde olmanızın tek sebebi... Şey aslında bunu ben de bilmiyorum. Lütfen söyleyeceğinizi söyleyip gidin!"
Adam koridoru arşınladı. "Evet, burada bulunmamı size açıklayacağım. Ama önce, lütfen rahat bir yere geçelim. Siz Türklerin çok misafirperver olduğunu biliyorum. Hadi." Adamın rahat tavırları karşısında Yağmur'un annesi dehşete düşmüştü. Ama adamda ona güven veren bir şeyler vardı. "Ta-Tamam, Yağmur beyefendiyi salona götür. Ben yemeğin altını kapatıp geliyorum." Ve sarsak adımlarla mutfağa girdi.
Yağmur holün lambalarını kapattı ve salona geçtiler. Hemen koşup balkon kapısını ve pencereleri açtı. O sırada annesi gelmişti ve adam tekli koltuğa kurulmuştu. Annesi ikili koltuğun ucuna ilişince, Yağmur da ona sokuldu.
"Evet beyefendi, şimdi anlatın. Siz kimsiniz? Ve neden buradasınız?"
"Size daha önce söyledim bayan. Ben Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu'nun müdürü, Albus Pervical Vulfric Brian Dumbledore'um." dedi adam üçüncü kez. Yağmur kendini tutamadı ve, "İsminiz neden bu kadar uzun?" dedi. Adam omuz silkti.
Annesi, "Onu anladım," dedi. "İsminizi anladım. Peki gerçekte nereden geliyorsunuz? Sizin Horart bilmemnesinden geldiğinize inanmamızı istemiyorsunuz herhalde." Adam keskin gözleriyle kadını süzdü. "Aslında bayan, Hogwarts. Ve gerçekten oranın müdürüyüm."
Kadın hala ikna olmamıştı. Hadi ama, nasıl olabilirdi ki? "Bayım, çok komik ama sadede gelin. Bizler aklı başında insanlarız. Kızım henüz 11 yaşına bugün bastı ama o bile buna güler. Büyü okuluymuş!" Kendince çok haklıydı.
"Hanımefendi, şaka yapmıyorum." dedi ve karşısındaki iki kişinin de beklemediği bir şey yaptı.
Lacivert, ütülü pantolonunun cebinden incecik, upuzun bir sopa çıkardı. Ve şöyle bir salladı.
Sopadan tüylü bir şeyler fırladı. Sapsarıydılar. Yağmur bunun bir kuş sürüsü olduğunu fark etti. Adamın başının etrafında hızla uçuyorlardı. Adam az sonra sopasını kapalı bir pencereye doğrulttu. Pencere kendiliğinden hızla açıldı ve kuş sürüsü oraya yöneldi. Ama cama geldiklerinde birden yok oldular. Cam tekrar kapandı. Hiçbir şey olmamış gibiydi.
Yağmur ayağa fırladı. Bir adama, bir de elindeki sopaya (bu aslında bir asaydı) bakıyordu. Annesi ise hepten şoka girmişti. Sadece pencereye bakıyor, başka bir şey yapamıyordu. Uzun bir süre gözleri açık uyuyor gibi geldi Yağmur'a.
Sonra annesi kabullendi. Başını ağır ağır salladı. Yağmur ise inanmaya o kadar hazır değildi. Kendi okulunda, örnek öğrenciydi. Matematik, fen ve müzikte işleri her zaman mantığıyla ve zekasıyla çözerdi. En iyi olduğu konu buydu. Şimdi ise tuhaf görünüşlü, tanımadığı bir adam gelip büyü yapıyordu. Nasıl inanacaktı? Bunlar yakında dünyanın düz olduğunu söylemeye de başlarlardı. Böyle inanmaz düşünceler içindeydi ki, adamın tek bir cümlesi onu bu düşüncelerden çıkarmaya yetti.
"Yağmur, sen de bir cadısın."
İşte şimdi Yağmur, inanmamazlık edemiyordu. Çünkü uzun zamandır aklını kurcalayan olaylar, ancak sihirle açıklanacak şeyler, şimdi açıklanıyordu. Beş yaşındayken o arabayı durdurması... Sekiz yaşındayken kuyumcuda olanlar... Şimdi her şey mantıklı geliyordu. Kendini bir şeyler gevelerken buldu.
"Yani... o arabayı... o kuyumcuyu... yani onları ben yaptım öyle mi?"
Adam şaşırmamıştı. "Evet, böyle şeyler hep olur. Zaten cadı ya da büyücü olduğun böyle anlaşılır. Her büyülü çocuk, en geç yedi yaşına kadar bir büyü belirtisi gösterir. Bunlar da genellikle, seninki gibi, tehlike anında, duyulan korkuyla ortaya çıkar. İdeal bir durum." Yağmur bunları anlıyordu- aslına bakılırsa mantıklı da geliyordu. Burnunu kaşıdı.
"Peki şimdi ne olacak?"
Adamın cevabı hazırdı. "Tabii ki Eylül'ün 1'nde Hogwarts'a gitmek için Hogwarts Express'ine bineceksin. Ancak ondan önce Diagon Yolu'na bir uğramalısın ki, gerekli şeyleri alabilesin."
"Di-ne?"
"Diagon. Londra'dadır."
Annesi epeydir ilk defa konuştu. "Londra mı? A-Ama oraya nasıl gideceğiz? Ayrıca orası yabancı bir ülke ne yapacağız orada? Herkesin sizin gibi Türkçe bilmediğinden eminim!"
"Merak etmeyin, ben size yardımcı olacağım," dedi adam. "Zaten buraya başka birinin değil de, benim gelme sebebim bu. Ben Türkçe biliyorum. Bu arada, bu evin babası nerede?"
Yağmur kol saatine baktı. "Neredeyse gelir."
Kapı çaldı.
"İşte geldi. Ben bakarım." dedi Yağmur.
Ve her şeyi bir bir babasına açıkladılar. Babasını inandırmak, O kadar da zor olmadı ama Dumbledore yine büyü yapmak zorunda kaldı. Yağmur'a da Hogwarts tarafından damgalanmış bir mektup verdi. Gereken şeylerin burada yazacağını söyledi. Express'e 1 Eylülde binecekti, bu tarihten 3 gün önce Londra'da bulunmak yeterliydi. Ağustos'un 29'unda, saat sabah 11'de geleceğini söyledi ve ceketini alıp geldiği hızla çıktı.
Yağmur tüm kalbiyle adamın gelmeyi unutmamasını diliyordu.
Bölüm 3: Yola Çıkıyoruz
"Bak, bu çok eğlenceli olurdu ama bu imkansız."
Yağmur'un en iyi arkadaşları Estel, Damla, İrem, Merve, Begüm ve Ayşem, Yağmur'un çağırmasıyla onun evinde toplanmışlardı. Yağmur hayat memat meselesi olduğunu söylemişti. Bu olayın, hayatını değiştirdiğini söylemişti ve... İşte buradalardı. Yağmur onlara bir dizi imkansız olay anlatmıştı. Evlerine çok tuhaf ve İngiliz bir adamın geldiğini, onunla aralarında geçen, adamdan da tuhaf bir konuşmayı anlatmıştı.
Yağmur'un önce sopa sandığı, ama sonradan bir asa olduğunu öğrendiği cisimle adamın yaptıklarını duyduğunda ise... Bunun bir şaka olduğunu anlamışlardı. Yağmur onların buna inanacaklarını nasıl düşünebilmişti?
Yağmur bunları düşünüyordu. Birden ayılıp ona göre en önemli kozunu ortaya sürdü çünkü adamın (artık ona Profesör Dumbledore demeye alışması gerekiyordu) dediğine göre onun cadı olduğunu kanıtlayan şeyler bunlardı. "Ben küçükken yaptığım şeyler ne olacak?"
Merve kem küm etti. "Yani, bu olaylar biraz tuhaf ama..."
Yağmur yeni hatırladığı bir şeyle onun sözünü kesti. "Tabi ya! Artık bir cadı olduğumun farkında olduğum için," dedi (arkadaşları cadı kelimesini duyunca irkilmişti) , "ufak tefek sihirler yapabiliyorum. İzleyin!"
Hemen fırlayıp kapıyı, pencereyi kapattı. "Görüyorsunuz, şimdi hiç esinti yok değil mi? Bu kitabı açtım ve masaya koydum. Siz de yanından uzaklaşın." Kendisi de uzaklaştı ve şöyle dedi. "Şimdi hiçbirimiz üflesek de kitaba gelmez. Şimdi kitabın birkaç yaprağını kaldıracağım.
Arkadaşları da çok heyecanlanmıştı. Nede olsa onlar çocuktu ve sihre inanmayı herkesten çok isterlerdi. Yağmur kitaba dikkatle baktı ve arkadaşları da baktı. Ve gözlerinin önünde, 10-20 kadar yaprak kimse dokunmadan çevrildi.
Herkes gözlerini pörtletmiş Yağmur'a bakıyordu. Yağmur'un ise göğsü kabarmıştı. Aslında yapabileceğinden çok emin değildi ama, sihre çok inanıyordu. Hatta neredeyse gerçekten inandığı tek şeydi. Arkadaşlarının bunu kabullenmesi mükemmel olurdu!
"Ee sen Hogwarts'a gideceksin değil mi? Biz ne olacağız peki?" diye sordu İrem.
"Sizinle bağımı asla koparmam," dedi Yağmur içtenlikle. "Belki annemler bana bir telefon alır da sizinle konuşurum. Ayrıca, herhalde yaz tatillerinde de gelebilirim."
"Çok az görüşebileceğiz ama seninki muhteşem bir şey! Sihir yapabildiğine inanamıyorum!"
"Ben de rüyada gibiyim!"
Ve bunun gibi, saatlerce konuştular. Hepsi çok mutluydu. Ancak birbirlerinden ayrılacak olmaları, mutluluklarını gölgeliyordu...
***
"Anne! Kapı çaldı!"
"Amanın yoksa o mu?"
"Aaaaay çok heyecanlıyım! Ve saat tam 11.00! Vay be!"
"Artık kapıyı açsak mı?"
"Bilmem!"
Sonunda ikisi birlikte kapıyı açtılar ve Dumbledore'u gördüler. Geçen sefer geldiğinde giydiği şeyleri giymişti yine. En az 2 ay önceki kadar tuhaf görünüyordu.
"Ee şey, efendim, siz bir gelin de neler yapacağımızı konuşalım." Yağmur bir "merhaba" bile demeden heyecandan bunları söylemişti.
"Gerek yok, burada konuşalım ve sonra hemen gitmeliyiz. Pek zamanımız yok."
"Iıı, peki..."
Ve konuştular. Mektubunda yazan araç ve gereçleri almak için Londra'daki Diagon Yolu'na gitmeleri gerekiyordu, oraya da Çatlak Kazan adındaki büyücü hanından gidiliyordu. Yağmur'un zeki olmasına güvenen Dumbledore, ona biraz konuşma İngilizcesi öğreteceğine söz verdi. 3 günde ne kadar öğretebilirse... Eğer Hogwarts'ta da Türkçe bilen bir başkasını bulamazsa, derslere devam edeceğine söz verdi. Ailesinden biraz muggle parası aldı, bunları Gringotts Büyücü Bankası denilen yerde Galleonlara, Sicklelara, Knutlara çevirecekti. Dumbledore ona Hogwarts fonundan da biraz para verecekti, böylece maddi bölüm tamamlanmış olacaktı. Biraz kıyafet, biraz kitap aldı (Yağmur kitap okumayı her şeyden çok severdi) , ailesi ona bir telefon vermeyi de düşünüyordu ancak, Dumbledore Hogwarts'ın büyülü havası yüzünden hiçbir elektronik aletin çalışmadığını söyledi. Eğer Diagon yolunda bir baykuş alırsa, ailesiyle yazışabilirdi.
Yağmur ailesiyle vedalaştı. Üzülmesi gerekiyordu, ancak yapamadı, çünkü çok heyecanlıydı. Kendine sürekli, artık imkansız diye bir şey olmadığını söylüyordu... İçindense şunu düşünüyordu... Sihir başlasın!
Bölüm 4: Çatlak Kazan ve Karanlık Lord
Yağmur ve Dumbledore evden çıktıklarında, Cisimlenmenin nasıl bir şey olduğunu düşünüyordu. Dumbledore ona anlatmıştı. Büyücüler 17 yaşına bastıkları zaman, yani bilinçlendikleri zaman, Cisimlenme sınavına giriyorlardı. Aslında Buharlaşma da denilebilirdi. Bulunduğu yerden Buharlaşıyordu, gitmek istediği yer üzerinde yoğunlaşıyordu. Tekrar cisimli bir hal almasına da Cisimlenme deniyordu. Dumbledore'un dediğine göre hiçbir 1. sınıf öğrencisi bunu yaşamamıştı, Yağmur kendini şanslı saymalıydı.
Kimse onları göremesin diye apartmanın içinde Buharlaşacaklardı. Dumbledore onu uyarmıştı: bu hiç de hoş bir his değildi, hele ilk defa oluyorsa. Ama zaten başka çareleri de yoktu. Yağmur'un sol elinde muggle kıyafetleri ve bazı özel eşyalarının, ayrıca birkaç kitabın da olduğu küçük bir çanta vardı. Bu yüzden sağ eliyle Dumbledore'un sol koluna tutundu, o dokunur dokunmaz Dumbledore Buharlaştı.
Bu gerçekten de iğrenç bir histi. Apartman epey serindi ancak Buharlaşırken fena halde terledi. Sanki birisi onu karnından sıkıyor, büküyor, 8 gibi bir şekle sokuyordu. Midesinin ağzına geldiğini hissetti. Etraflarında mavi-beyaz parlak bir ışık vardı. Ve bir de düşme hissi. Ancak sonunda bitti.
Yağmur öksüre öksüre doğruldu, kusmamak için kendini zor tutuyordu. Gözlerinden yaşlar aka aka başını kaldırdığında Dumbledore'un güzel bir banyo yapmış gibi sakin olduğunu gördü. Ara bir sokağa gelmişlerdi. Orada burada çöpler vardı, pis tuğla duvarın dibine sinmiş bir adam gördü. Yanında bir içki şişesi vardı. Sokağın bitiminin işlek bir caddeye açıldığını gördü. Bir sürü insan geçiyordu. Ancak hiçbiri onları fark etmiyor gibiydi. İkisi, çatlaklarla dolu eski püskü bir tahta kapıdan içeri girerken, Yağmur büyücü barı ve hanı Çatlak Kazan'ın böyle bir yer olacağını hiç tahmin etmiyordu. Hani özellikle beklediği bir şey yoktu ama, şey, bu değildi.
Dumbledore kapıyı itti ve Yağmur loş ışıkla aydınlanmış yere adımını attı. Olduğu yerde kaldı. Burası eski taş duvarla çevrili, kocaman bir yerdi. Orada burada bir sürü masa ve sandalye vardı. Tahtaydılar ve neredeyse hepsi doluydu. Solunda, barmenin olduğu bir tezgah vardı. Tezgah da taştandı, çok eski görünüyordu ve üzerinde leş gibi bir sürü bez vardı.
Yine de bu insanlar neşeliydi, içeride otuzdan fazla büyücü ve cadı vardı. Hemen hemen hepsinin üzerinde pelerinler, tuhaf sivri uçlu büyücü şapkaları olduğunu gördü Yağmur. Duvar dibinde bir masada oturan bir cadının şapkası, ortamı aydınlatan meşalelerden biri yüzünden yanma tehdidi altındaydı. Herkes birbirini tanıyor gibi görünüyordu, kupalarını tokuşturup şakalar yapıyorlardı.
Dişsiz, kambur ve kel barmene tekrar baktığında adamın asasını salladığını ve üç kupanın üzerinden beyaz köpükler aka aka havada bir masaya süzüldüğünü gördü. Gözleri fal taşı gibi açıldı.
Bunları çok kısa bir sürede gözlemlemişti, insanlar geldiklerini yeni fark ediyordu. Kapının önünde onu ve Dumbledore'u gördüklerinde hepsi sus pus oldu. Hatta Yağmur'un yeni gördüğü kehribar gözlü birkaç baykuş bile sustu. Yağmur bunun, kendisinin onlara göre tuhaf kaçan kıyafetlerinden olup olmadığını merak etti. Çünkü üzerinde kapri bir kot ve yeşil bir tişört vardı, yani son derece sıradandı. Ama sonra fark etti ki, insanlar gözlerini dikmiş Dumbledore'a bakıyordu. Dumbledore hiç rahatsız olmuyor gibiydi.
Daha sonra insanlar Yağmur'a da bakmaya başladı, o buna çok sinir oldu. Neyse ki bu çok uzun sürmedi ve kocaman burunlu, esmer tenli yaşlıca bir adam kupasını öne uzatıp bir şeyler haykırdı. Diğerleri de ona uyup bağırdılar ve herkes eğlenmeye devam etti.
Yağmur Dumbledore'un koluna hafifçe dokunup, "Ne dediler efendim?" diye sordu. Bu "efendim" hitabı içinden ve çok doğal geliyordu.
Dumbledore ona doğru eğilip (boyu 1.80'in epey üzerindeydi) , "Profesör Albus Dumbledore'un şerefine kadeh kaldıralım, dünyanın en güçlü büyücüsü, dediler." dedi yavaşça. Yağmur'un kanı dondu. Dünyanın en güçlü büyücüsü, diye düşündü. Galiba adamı yeterince takdir etmemişti. Bu biraz da korkutucuydu. Düşünüyordu da, Dumbledore her şeyi yapabilirdi. Acaba... Acaba ölümsüz müydü? Bu fikir onu cezbetmişti. Ölümsüzlük harika olurdu. Hatta-
Düşüncelerini dişsiz barmenin sözleri böldü. Dumbledore'un önünde kambur sırtının elverdiği ölçüde eğildi, cübbesinin eteği yerleri süpürdü. Yağmur dikkatini topladı ve onları dinledi ancak konuşmalarından hiçbir şey anlayamadı. Of, diye düşündü, umutsuz durumdayım. Zaten bildiği tüm iİngilizce basitti. Bir iki cümle biliyordu, "My name is Yağmur" ve "I love you" gibi herkesin bildiklerinden. "Yes, no" gibi basit kelimeler, birkaç renk, bir kaç sayı... Hepsi buydu. Çok zorlanacaktı. Ancak o zeki bir kızdı. Matematikte Türkiye derecesi yapmıştı dördüncü sınıftayken. Hem de hiç çalışmadan. Herhalde bir İngilizce'yi kavrayabilirdi. Acaba Hogwarts'ta ondan yaşça büyük Türkler var mıydı? Yoksa arkadaşsız kalırdı. En azından bir süre.
Yağmur yine düşüncelere dalmıştı. Gözlerini kırpıştırıp uyandığında barmenin yine eğildiğini ve kendi cübbesine basıp takılarak yerine gittiğini gördü. "Ne konuştuğunuzu sorabilir miyim?"
"Tabi. Bize bir şey isteyip istemediğimizi sordu, ben de birer kaymak birası içip gideceğimizi söyledim-"
"Özür dilerim efendim," dedi Yağmur gözlerini kocaman açarak, "Bira mı dediniz?"
"Ah," dedi Dumbledore, gözüne bir masa kestirip. "Sandığının aksine alkollü bir içki değil bu. Aslında, canlandırıcı olduğunu bile söyleyebilirim. Çok güzeldir, eminim seversin." dedi masaya ilerlerken.
Yağmur bir sandalye çekti. "Ha, anladım." dedi. Oturdukları an barmen gelip masaya iki tane kupa koydu, masadan toz havalandı. Kupalar metaldendi, kocamandı ve yamru yumruydu.
Barmen gidince, "Ne diyordum?" diye devam etti Dumbledore. "Evet, gideceğimizi söyledim. Diagon Yolu'na buradan giriliyor," dedi ve Yağmur'un önceden fark etmediği yarı açık bir kapı gösterdi. "Diagon Yolu'na gideceğiz, oradan öteberini alacağız. Ama önce Gringotts'a gireceğiz."
"Büyücü Bankası," dedi Yağmur hemen.
"Evet Yağmur. Oradan biraz muggle parası değiş tokuş edebilirsin. Eşyalarını alırsın. Muggle doğumlu öğrencilerimiz hep yaparlar."
Yağmur boşluktan yararlanarak bir soru sordu. "Efendim, bir şey değiştirir mi, muggle doğumlu olmak? Daha mı güçsüz oluyorum?" Tedirgindi.
"Hayır, kesinlikle hayır," dedi Dumbledore. Mavi gözlerinden ciddiyet okunuyordu. "Bu seni hiç de alçaltmaz. O kadar çok başarılı, muggle doğumlu büyücü var ki..."
Yağmur biraz rahatlamıştı. Bir soru daha sordu. "Peki efendim, hiç kötü büyücüler var mı? Vardır tabi ama kötülüğü neye göre? Yani demek istediğim-"
"Demek istediğini anladım," diye kesti Dumbledore. Öncekinden de ciddiydi. “Tabi ki ve ne yazık ki kötü büyücüler var. Hem de düşünmek istemeyeceğin kadar fazla..."
Yağmur dikkat kesilmişti. "Eskiden bir adam vardı. O da senin gibi öğrenciydi. Parlak zekalı ve hırslıydı. Güç tutkunuydu, onun gibi diğerleriyle beraber Slytherin'deydi."
"Slytherin nedir?" Konu birden değişmişti.
"Ah, sana bunu anlatmadım. Hogwarts'ı, uzun zaman önce, zamanın dört büyük büyücüsü ve cadısı kurmuştu. Başta öğrencilerini özelliklerine göre kendileri seçerlerdi. Godric Gryffindor, en cesurları alırdı. Helga Huflepuff, çalışmayı sevenleri ve iyi yüreklileri, Rowena Ravenclaw en zekileri alırdı. Salazar Slytherin ise genelde safkanları ve en kurnazları alırdı. Ancak yaşlandıkça, dördü de öğrencilerini ileride nasıl seçecekleri konusunda endişelenmeye başladı. Çözümü Gryffindor buldu. Başından bir şapka çıkardı, hepsi fikirlerini bu şapkaya doldurdu. Ona Seçmen Şapka dendi. Hogwarts'ta öğrencilerimiz binalara bu şekilde giriyor. Evet, bunlara bina deniyor."
Kısa bir ara oldu. Yağmur, "Hmm, teşekkürler." dedi.
"Devam edeyim. O Slytherin'deydi. Slytherin'den birçok karanlık büyücü çıktığı için adı kötüye çıkmıştır ancak bu seni aldatmasın. En güvendiğim insanlardan biri Slytherin'dir."
"Iı, peki," dedi Yağmur. Başka ne dese bilemiyordu.
"Bu çocuk, uzun zamandır görülmemiş bir başarıyla mezun oldu. Sonrasında çok karanlık şeyler yaptı. Cinayete cinayet gözüyle değil, gerekli bir şey olarak bakıyordu ve öldürdüğü insanların sayısı... Çok fazla. Ancak bundan kötü şeyler de yaptı."
"Daha kötü ne olabilir?" dedi Yağmur. Ürkmüştü.
Dumbledore dikkatle," Bunu söyleyemem. Kimseye söyleyemem. Bu gerçekten karanlık sihir. Gerçekten iğrenç. Bunu bilmemin tek sebebi, çok okumam ve çok zeki olmam." Dumbledore gülümsedi. Yağmur hala korkuyordu.
"Peki ona ne oldu?"
"Yaptığı kötü şeyler yüzünden, ona karşı bir topluluk oluştu. Ona ve müritlerine karşı savaşıyorlardı. Bu birlikten birini ve ailesini öldürmeye karar verdi. Bunlar James-Lily Potter ve oğulları minik Harry idi."
"Onları da mı öldürdü?" Sesine yansıyan iğrenmeyi engelleyememişti. Küçük bir çocuğu mu öldürmüştü? Bu adam cidden iğrençti.
"Hem evet, hem hayır." dedi Dumbledore. "James ve Lily oğullarını korumak için hayatlarını feda ettiler. Ancak Harry'i öldüremedi. Çünkü annesi ona çok eski bir sihirle çok güçlü bir kalkan yaratmıştı. Bunu anlayamadı, laneti geri tepti ve kendi kendini az daha yok ediyordu."
Yağmur hayal kırıklığıyla, "Yok olmadı mı?" diye sordu.
"Hayır, ne yazık ki. Sanırım hala bir yerlerde ve devam etmenin yollarını arıyor."
Bu ürkütücü bir hikayeydi. Çatlak Kazan'daki onca tuhaf insana göz gezdirdi. Onlardan biri olduğunu düşünmekten kendini alamıyordu.
"Peki, efendim, o adamın adı neydi?"
"Kendine 'Lord Voldemort' diyordu. Ancak asıl adı farklı. Çoğu insan, Lord Voldemort adından aşırı derecede korkar. Ona 'Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen' diyorlar. Ama isimlerden korkmak saçmadır. Gerçeğine duyulan korkuyu artırır."
"Bu bence de saçma." dedi Yağmur. "Son bir soru daha sorabilir miyim?"
"Olur ancak çabuk ol." Dumbledore altın saatine baktı. Acaba Rolex falan mıydı? Swatch? "Çok uzun süre olmuş. İki saattir konuşuyoruz."
"Tamam. Voldemort'u engelleyen eski sihir neydi?"
Dumbledore hafifçe gülümsedi. İçkisinden son yudumunu aldı ve, "Sevgiydi, Yağmur." dedi. "Voldemort bunu bilmezdi."
* * *
Diagon Yolu'na çıkmak için Dumbledore'un gösterdiği kapıdan çıktılar. Onlar çıkarken herkes bağırarak şapkasını sallamıştı. Herkes Dumbledore'a fena halde saygı duyuyordu. Bu kadar güçlüyle Voldemort'u neden engelleyemedi acaba? diye düşündü.
Kullandıkları kapı, kırmızı tuğlalarla örülü bir duvara açılıyordu. Önünde de metal, yuvarlak bir çöp kutusu vardı. İçindekler taşıyordu ve etrafı da çöp doluydu. Birisi kapağını çöplerin üstüne koymuştu. Buradan nasıl geçeceklerini düşünen Yağmur, "E, efendim-" dedi ancak sustu. Dumbledore asasını çıkarmıştı. Asasıyla çöp kutusunun üzerindeki soldan üçüncü tuğlaya tıkladı, geri çekilip bekledi.
Yağmur da bekledi. Birkaç saniye içinde tuğlalar kalabalık bir sokakta oraya buraya koşan insanlar gibi hareketlenmişlerdi. Bir süre böyleydi. Sonunda yavaşladılar, yavaşlarken son hallerini aldılar. Durduklarında Yağmur Dumbledore'un arkasından başını uzatıp baktı. Tuğlalar düzgün, kemerli bir geçit oluşturmuştu.
"Diagon Yolu'na hoşgeldin Yağmur." dedi Dumbledore.
Bölüm 5: Dükkanlar
"Vay canına," dedi Yağmur. Duygularını en güzel bu kelime anlatıyordu.
Diagon Yolu, eski, klasik bir sokak görünümüne sahipti. Tıklım tıklımdı ve hayat doluydu. Rahatsız edici bir kalabalık değildi, insanda sosyallik hissi uyandırıyordu. Çünkü burası da Çatlak Kazan gibiydi, herkes birbirini tanıyor görünüyordu. Eski, sarı taştan duvarlarda çeşitli dükkanların kapıları vardı. Kapıların biraz üstünde, çaprazlarında da eski püskü tahta tabelalar... Öğle güneşi tepede ve sıcaktı. Yağmur, bağırarak annesinden bir şeyler isteyen bir çocuk, kitapçının cam vitrinine bakakalmış çalı gibi gür kahverengi saçlı bir kız, tuhaf muskalar satan muhtemelen ruhsatsız bir seyyar satıcı ve elinde kocaman, kalaylı bir kazan olan onun yaşlarında sarı saçlı, sivri yüzlü bir çocuk gördü.
"Dediğim gibi, önce Gringotts'a gideceğiz." Dumbledore bu güzel manzara karşısında hiç etkilenmemiş görünüyordu.
"Peki, efendim."
Bu kalabalığın arasından geçmenin zor olacağını düşünen Yağmur, insanların Dumbledore'a nasıl davrandığını unutmuştu. Onlar geçerken insanlar yol açıyor, Dumbledore'un önünde eğilip şapkalarını çıkarıyorlardı. Tabi istemeden de olsa Yağmur da insanların tuhaf bakışlarına hedef oluyordu. Yine. İlgi çekmeyi hiç mi hiç istemiyordu, zaten başında yeterince dert vardı. İngilizce bilmiyordu, bundan beter ne olabilirdi? Acaba Dumbledore ona 2-3 günde az buz konuşabileceği kadar İngilizce öğretebilir miydi?
Başını şöyle bir sallayıp düşüncelerden kurtuldu. Tamamen büyücülerle dolu bir yerdeydi, dikkatini vermesi gereken çok şey vardı. Dumbledore ona dükkanları işaret edip nereler olduğunu söylüyordu. "... orası Flourish ve Blotts, oradan bütün büyü kitaplarını ve daha fazlasını alabilirsin. İşte Aktar, İksir malzemelerini oradan alırsın. Olivanders, dünyanın en iyi asa yapımcılarından biridir. Orada da Madam Malkin'in Her Duruma Göre Cübbeleri dükkanı. Herhalde anlamışsındır. "
Yağmur rüyada gibiydi, öylesine mutluydu. Dumbledore ile kocaman karbeyazı bir binaya geldiler. yan tarafta bir yol daha vardı, tabelanın tekinde Knockturn Yolu yazıyodu. Oraya giden yol karanlıktı, ürkütücü bir havası vardı. Yağmur tekrar beyaz binaya baktı.
Dumbledore ile hayli eğri duran binaya çıkan mermer merdivenleri tırmandılar. Çıkınca, önlerinde pırıl pırıl bronz kapılar gördüler, kapıların iki yanında sırmalı kızıl üniformalarıyla iki cüce yaratık vardı. Kapılardan geçtiler, az ilerde gümüş bir kapı daha vardı. Burada da bir cüce vardı, onları selamladı. Gümüş kapının üzerinde bir şiir yazılıydı:
"Gir bakalım, yabancı, ama dikkat et, sakın
Kendini koyverip de hırsa kapılmayasın,
Alın teri dökmeden köşe dönme hevesi
Canına okur sonra, bak bizden söylemesi,
Senin olmayan bir şey yürüteceksen unut,
Aklını başına al, sonra da kendini tut,
Hırsızlığa kalkarsan, bir daha düşün yine,
Başka şeyler bulursun çil altınlar yerine."
Bu ürkütücü dizelerden sonra, sonunda Gringotts'a girdiler. Önlerinde uçsuz bucaksız, çok yüksek tavanlı mermer bir salon uzanıyordu. Yüz kadar cüce upuzun bir bankın arkasındaki yüksek taburelere oturmuş, kendilerinden büyük kocaman hesap defterlerine yazılar yazarken, bir yandan da pirinç terazilerde para tartıp, merceklerle değerli taşları inceliyorlardı.
Hoş yaratıklar değillerdi. Ufacık boylu, normalden üç kat büyük burunlu, birazcık kel koca kafaları ve sivri dişleri olan yaratıklardı. Açıkçası bakışları da pek hoş değildi. Yağmur endişeyle Dumbledore'a baktı. Dumbledore, "Cincüceler büyücüleri pek sevmez," dedi. Onlara ‘cincüce’ dendiğini öğrenmişti. "Yıllardır bir alıp veremediğimiz var."
Yağmur tam "Fark ettim" diyecekti ki uzun boşluğu aşıp baş cincüce gibi görünen cinin masasına geldiler. Dumbledore ve cin konuşurken dikkatle dinledi ancak her zamanki gibi hiçbir şey anlamadı. Masa da çok uzun olduğu için ne yaptıklarını göremedi ama Dumbledore'un kolları hareket ediyordu. Sonunda Dumbledore ona küçük altın bir anahtar verdi.
O cinin yanından ayrılıp biraz daha alçak bir masada oturan cinin yanına gittiler. Dumbledore, Yağmur'un ailesinin verdiği parayı ondan istedi ve cincüceye verdi. Epeyce yüklü bir paraydı, sonucunda üç koca kese parası oldu. ailesi neyle karşılaşacaklarını bilmediği için çocuklarına biriktirdikleri tüm parayı vermişlerdi. Keselerden iki tanesini çantasının dibine yerleştirdi, üçüncüsünün içinden bir tane altın para alıp incelemeye başladı. Dumbledore onlara "Galleon" dendiğini söylemişti.
Olabildiğince hızlı oradan gitmek istiyordu Yağmur. Sonunda bankadan çıktılar, Açık havaya döndüler. Önce Olivanders'a girdiler.
Bu dükkan çok dağınıktı ve ilginçti. Her yerde uzun ince kutular istiflenmişti. Bir adam da merdivenin üzerinde kutulardan birini geri koyuyordu. Onlar içeri girince başını çevirip baktı. Bir şeyler mırıldandı.
Dumbledore Yağmur'u eliyle işaret etti ve bir şeyler söyledi. Adam başını salladı. Merdivenden inerken az daha düşüyordu. Bir yandan kutulara göz gezdiriyordu. Büyülü olduğu belli olan bir mezura Yağmur'un yanına geldi, burun deliklerinin arası dahil her yerini ölçmeye başladı.
Bir yandan mezura Yağmur'u ölçüyordu, bir yandan Olivander asa kutularına bakıyordu. Mezura tarafından kuşatılmış Yağmur'a şöyle bir baktı, sonra, "Hmm..." dedi. Toz içindeki istiflerden ince uzun bir kutu çekip çıkardı. Kutuyu nazikçe açtı, içindeki asayı yaşlılıktan buruşmuş parmaklarıyla aldı ve tutma yerini Yağmur'a doğru uzattı. Yağmur asayı tuttu ve bekledi.
Adam sabırsızca bir şeyler söyledi.Eliyle hayali bir asayı sallar gibi yaptı. Yağmur "Ha," dedi ve asayı şöyle bir salladı. Bir şeyler oldu ve Dumbledore'un yanındaki antika gibi görünen ahşap tabure fırladı gitti. Arkasındaki dizi dizi asa kutusuna çarptı.
Yağmur elinden zehirli bir örümceği bırakır gibi asayı bıraktı. Adam kollarını kavuşturdu. Yine bir şeyler mırıldandı. Bunun gibi üç asa denediler. İkinci asada hiçbir şey olmadı. Yağmur olsun diye asayı sallarken az daha Dumbledore'un gözünü çıkarıyordu. Üçüncü asada bir patlama oldu ve kaşları tütsülendi. Dördüncü asada ise asanın ucundan spor ayakkabılarına epeyce su döküldü. Su buz gibiydi ve çoraplarını ıslatmıştı. Yağmur küfretmemek için kendini zor tuttu. Dumbledore ayaklarını asasının bir salınışıyla kuruttu ve yanmış kaşlarını eski haline getirdi.
Yağmur Olivander'ın kızgın olacağını sanıyordu ancak adam epey keyifliydi. Beşinci asayı çıkarmadan önce epey düşündü. İki kez fikir değiştirdi ama sonra bir asayı seçip çıkardı. Yağmur asayı kutudan aldı. Bu, açık renkli bir asaydı ve üzerinde tül varmış gibi ilginç bir görünümü vardı. Hoşuna gitmişti. Asayı aldı, şöyle bir salladı. Asanın ucundan minicik bir alev fırladı ve gidip masada duran mumu yaktı. Ateş oradan sıçrayıp dükkandaki bütün mumları yaktı. Dükkan bir anda ışıl ışıl olmuştu.
Yağmur sevinçten ne yapıcağını bilemiyordu. Zıplamamak için kendini zor tuttu. Galiba sonunda olmuştu. Olivander da gülümsüyordu. Dumbledore'a bir şeyler söyledi. Yağmur, "Ne dedi efendim?" diye sordu. Dumbledore "Bu asa alıç ağacındanmış ve içinde bir tekboynuzun kuyruk teli varmış. Genelde de Rowena Ravenclaw'ın soyundan gelenleri seçermiş."
"Ama efendim, ben muggle doğumluyum, nasıl olacak o?"
"Anne ya da babanın ailesi Ravenclaw'a dayanıyor olabilir. İmkansız değil." Gülümsedi.
Yağmur çok şaşırmıştı. Hatırlamaya çalıştı... Ravenclaw zeki olandı. Aslında çok tuhaf da değildi. Okuldaki başarısı düşünülürse... Galiba Hogwarts'ta hangi binada olacağı belli olmuştu. Birden içine sevinç doldu. Asasına sevgiyle baktı.
Olivander bir şeyler söyledi. Dumbledore Yağmur'a biraz para vermesi gerektiğini hatırlattı ve Yağmur elini cebine attı. Orada ne kadar para varsa verdi ve biraz da para üstü aldı. Ne kadar olduğunu saymadı, merak etmiyordu. O anda yalnızca asasını inceliyordu.
Asacıdan çıktılar ve kalabalık Diagon Sokağı'na geri döndüler. Yağmur asasını kot pantolonunun cebine sokabildiği kadar soktu, ama biraz açıkta kalmıştı. Tişörtünü üstüne düşürdü.
Flourish ve Blotts, yani kitapçı yakındaydı. Orası çok kalabalıktı. Müşteriler bitmek bilmez isteklerini oradan oraya koşan görevlilere sıralıyorlardı. Dumbledore'u gören bir görevli hemen yanlarına geldi, istedikleri bütün kitapları verdi. Yağmur önceden Dumbledore'un uyarısına uyarak katlanılıp kalem kutusu haline getirilebilen sırt çantalarından almıştı, onu açıp kitapları içine doldurdu. Yağmur'un ilgisini en çok çeken kitap, Bathilda Bagshot'un yazdığı Hogwarts-Bir Tarih isimli kitaptı. Çatlak kazana dönünce okumaya başlayacağına söz verdi.
İtiş kakış yerden çıktılar ve sırayla bütün dükkanlara girdiler: Aktar'dan kazan ve iksir malzemeleri aldılar, Madam Malkin'den cübbesini ve şapkasını aldılar. En son ise Binbir Çeşit Baykuş Dükkanı'na girdiler. Yağmur daha önce Dumbledore'a bir baykuş istediğini söylemişti.
İçerisi çok kokuyordu, küçük tabureler gibi masa vardı, üstlerinde de baykuşlar ve kocaman kafesleri. Bir cadı hemen yanlarına geldi ve Dumbledore'a selam verip bir şeyler söyledi. Yağmur yanlarından ayrılıp bakınmaya devam etti. Ondan bir-iki yaş büyük gibi görünen kıpkızıl saçlı, çilli bir çocuk tezgahtara bir şeyler soruyordu. Yağmur kafeslerin arasından ilerledi.
Oradaki en güzel baykuş, ışıl ışıl siyah tüyleri olan, hafiften kırmızı gözlü bir baykuştu. Yağmur ona doğru eğilip bakarken o da başını ona çevirdi ve tuhaf bir ses çıkardı. Yağmur güldü. O kadar ürkütücü değildi.
Dumbledore yanına geldi. "Efendim, ben bunu almak istiyorum." dedi. "Adını ne koyacaksın?" "Hiçbir fikrim yok." "Hmm... Gözlerinin rengine bakarak basit bir isim koyabilirsin, Ruby gibi." "Anlamı ne?" "Yakut." "Evet, evet! Ruby harika!"
Yağmur sevinçten çıldırmış gibiydi. Artık dilin önemi olmadan dertlerini anlatabileceği biri vardı. Kızıl saçlı çocuğun yanında tezgahtara on galleon saydı, çocuk da ona tuhaf tuhaf baktı. Yağmur da ona tuhaf tuhaf baktı. Herhalde Dumbledore'la gezdiğim içindir, diye düşündü Yağmur. Aslında çok tatlı birine beniyordu. Yüzünde muzip bir ifade vardı. Çocuğu tanımadan sevmişti. Belki Hogwarts'ta tanışırlardı.
Dükkandan çıktılar ve çocuğu dükkanın dışında beklerken gördü. Yanında annesi gibi görünen biri vardı. Yağmur dönüp dükkana baktı. Çocuk hala oradaydı. Dönüp önüne baktı. Çocuk annesinin yanındaydı. Kafası karıştı. Ama sonra çaktı. Herhalde bunlar ikizdi.
Dumbledore, "Sanırım her şey tamam. Şimdi Çatlak Kazan'a geri dönebiliriz."
"Peki efendim."
Geldikleri yoldan geri döndüler. Geçit hala açıktı. Oradan geçip Çatlak Kazan'a adım attıkları an arkalarında tekrar duvara dönüştü. Dumbledore açıkladı. "Bu yanılsama gibi bir şey. Diagon Yolu'nda geçit her zaman açık görünür ama buradayken açmak gerekir." dedi.
Dumbledore ile tekrar masalardan birine yürüdüler. Akşam oluyordu ama han yine doluydu. Yine de boş bir masa buılup oturdular. Yağmur sordu. "Efendim, İngilizceyi doğru düzgün öğrenmek için insanlar aylarca uğraşıyor. Ben nasıl öğreneceğim?" dedi. Dumbledore bir süre düşündü.
"Bak aklıma ne geldi. Sana öğrenmeni kolaylaştıracak bir büyü yapabilirim. Bu süre içinde ne söylesem unutmazsın. Sonra büyüyü kaldırırım ve normale dönersin ancak unutmazsın. Böylece birkaç günde İngilizce öğrenirsin."
"Çok zekisiniz."
"Herkes öyle diyor."
Dumbledore Yağmur'a büyüyü yaptı, sonrasında saatlerce konuştu. İngilizce'deki kalıpları, ekleri, bir sürü kelimeyi, konuşma tarzını, nasıl soru sorulacağını ve daha bir çok şey öğretti. Üç saat sonra, Yağmur lise 1'e giden biri kadar İngilizce konuşabiliyordu. Dumbledore büyüyü kaldırdı.
"Hatırlıyor musun?" diye sordu.
Yağmur gözlerini kırpıştırdı. Rüyadan uyanır gibiydi, rüyasını hatırlar gibi öğrendikleri bir bir kafasına yerleşti. "Evet."
Dumbledore neşeyle, "O zaman sorun yok! Sen burdan bir oda tut. Oldukça rahattır. Ben yarın öğleden sonra gelirim, yine konuşuruz."
"Teşekkürler efendim."
"Hogwarts'ta belki konuşabileceğin birilerini bulursun, kim bilir? Ben Tom'a sorayım, belki elinde şu muggle dergilerinden vardır. Örgü motiflerine bayılıyorum da."
Yağmur normalde olsa bu tuhaf sözlerden sonra ağzı açık Dumbledore'a bakardı. Ancak şimdi kafası öyle doluydu ki, saat akşamın 8'i de olsa, iyi bir uykuya ihtiyacı vardı.
Masada beş dakika daha oturdu. Sonra dişsiz hancı Tom yanına geldi. "Odanıza götüreyim mi, küçük hanım?"
"Teşekkürler."
Yağmur gerçekten yorgundu. Yoksa bir yabancıyı anlamanın sevinciyle ters takla bile atardı. Tom onu odasına götürdü, "Bir ihtiyacınız olursa söyleyin," dedi ve eğilip uzaklaştı.
Ruby odasında onu bekliyordu. Yağmur belli belirsiz Dumbledore'un onları sihirle oraya yollamış olduğunu hatırladı. "Çok, çok tuhaf bir gündü, Ruby." dedi ve ayakkabılarını zor çıkarıp kendini yatağa attı.
Karnına batan bir şey yüzünden uyandı. Zorla doğruldu ve asasını çıkarmadan yattığını gördü. Kırılacak korkusuyla telaşla cebinden çıkardı. Neyse ki sağlamdı. Üstünü değiştirmeden yattığı için kendini iğrenç hissediyordu. Giysileri buruşmuştu. Ve sarhoş gibi kendini hemen yatağına attığı için odaya bakacak vakti olmamıştı. Şimdi görüyordu. Bej rengi duvarlar vardı, kocaman, iki kişilik yatak odanın ortasındaydı. Kocaman direkleri vardı ve direklerin tepesinde kare bir örtü vardı. Odaya girilen kapı, yatağın sağında kalıyordu, solunda ise bir dolap ve çekmeceler vardı. Yatağın tam karşısında muhtemelen banyoya açılan bir kapı vardı.
Yağmur o kapıya doğru ilerledi. Küçük ama temiz bir banyo buldu. İşini görüp bir duş aldı. Tekrar odaya döndüğünde yatağın düzeltilmiş olduğunu gördü. Herhalde oda servisi vardı. Saçlarını kurulayıp taradı. Küçük aynada kendine baktı.
Gözleri elaydı, aralarda kahverengi tonları seçilebiliyordu, ancak herkes ilk bakışta gözlerinin yeşil olduğunu düşünürdü. Çok hafifçe çekikti, bademe benziyordu. Dudakları ve yanakları küçüklüğünden beri her zaman pembeydi. Ten rengi ise krema gibiydi, teyzesi hep "pamuğum" derdi ona. Normalde sarı olan saçları şimdi nemli olduğu için koyu kumral gibi görünüyordu, hatta siyah. Annesi her zaman büyüyünce çok güzel olacağını söylerdi, ancak sonuçta o annesiydi, kızının güzel olduğunu tabi düşünürdü. Zaten Yağmur'un derdi de güzel olmak değildi. Tabi güzel olmak iyi bir şeydi ama, olmasa da olurdu. Onun için önemli olan başarıydı.
Gidip önceki gün giydiği pantolonu eliyle düzeltti, tekrar onu giydi. Üstüneyse beyaz düz bir t-shirt giydi. Aynı ayakkabılarını ayağına geçirdi, asasını tekrar cebine sokuşturdu, birkaç galleon para aldı ve odadan çıktı.
Gidip aşağıda kahvaltı etti. Bir sürü ilgi çekici insan vardı, onları izlemek hoşuna gidiyordu. Cadaloza benzeyen biri bir tabak çiğ böbrek sipariş etti.
Karnı doyunca, Diagon Yolu'nda gezmeye çıktı. Olivanders'ın önünden geçerken selam verdi. Dün esgeçtikleri bir dükkan farketti. Oraya yaklaştı. Dükkanın adı, "Kaliteli Quidditch Malzemeleri" idi. Quidditch'in ne olduğunu bilmeyen Yağmur, Dumbledore'a sormayı zihnine not etti.
Dükkanda her yaştan insan vardı, epey doluydu. Herhalde Quidditch popüler bir şeydi. Yağmur içeri girmedi. Hala birisi ona bir şey söyler diye korkuyordu. Belki bu akşam İngilizcesi epey ilerlerse, buradaki son gününde girmeye cesaret edebilirdi. Cam vitrinin arkasından baktı. Orada bir süpürge vardı. Cadılar ve süpürgeler hikayelerde hep birbiriyle bağıntılıydı. Acaba gerçek mi? diye düşünmeden edemedi. Bu ışıl ışıl süpürge ve ona gösterilen ilgi, bunun yer temizlemek için olmadığını kanıtlıyordu. Zaten süpürgenin ucunda, Nimbus 2000 yazıyordu. Sıradan bir süpürgenin bir isminin olduğu nerede görülmüştü ki?
Oradan ayrılıp Florean Fortuscue'un dondurma dükkanına gitti. Cesaretini toplayıp bir dondurma istedi. Herhalde doğru sormuştu ki, adam "Elbette," dedi ve gitti. Yağmur bir şemsiyelerin altındaki metal bir masaya oturup bekledi. Adam dondurmasını getirdi. Yağmur etrafını seyrederek yedi.
Oradan sonra biraz daha dolaştı, saatine bakınca öğleden sonra iki olduğunu fark edip Çatlak Kazan'a geri döndü. Orada oturup bekledi. Yaklaşık on dakika bekledikten sonra canı sıkıldı ve odasına, Hogwarts-Bir Tarih'i almaya gitti. Bir saat kendini kaptırıp okudu.
Sonunda başını kaldırmayı akıl edebildi. Ensesi oturarak okumaktan tutulmuştu. Doğrulup gerindi. Saatine baktı. Üç buçuk olmuştu. O sırada Dumbledore içeri girdi. Yağmur biri onu dürtmüş gibi zıpladı.
Dumbledore onun yanına geldi. Yağmur ona neler yaptığını anlattıktan sonra, derse başladılar. Önceki günden daha uzun süre ders yaptılar. Dumbledore resmen nefes almadan konuşuyordu. Konuştu konuştu ve konuştu, 4-5 saate yakın konuştu. Kendine bir bardak su yaratıp aralarda yudumladı.
Ders bittiğinde, etraflarındaki insanlar değişmişti. Kim bilir kaç kere. Dumbledore başta yaptığı büyüyü tekrar kaldırmıştı. "Bu büyü üstündeyken sana anlattığım hiçbir şeyi unutmazsın. Aslında öğrencilerde kullanmak pek adil olmaz ama şu anda hiçbir sorun yok." Bunları İngilizce söylemişti ama Yağmur fark etmeden her kelimeyi anlamıştı.
22 Haziran
"Yağmur, canım sen dur. Ben alayım dondurmanı."
"Tamammmm annecimm!"
Annesi, Yağmur'u doğum gününde, en sevdiği şeyi yemeye götürmüştü. Çikolatalı dondurma! Annesi dondurmayı ödemek için kasaya yöneldiği anda, beş yaşına basmış Yağmur, paytak adımlarla dondurmacının serinliğinden haziranın kavurucu sıcağına adım attı. Ve olan oldu.
Sıcak asfalt yolun ortasında dikilmeye başladı. Çocuk aklı, bunun tehlikeli olduğunu kavrayamamıştı. Ve kıpkırmızı, o zamana göre son model, çok güzel bir arabanın son hızla Yağmur'a çarpmasına sadece 5 metre vardı. Arabanın durması imkansızdı. Aslında, değildi.
Yağmur kafasını çevirip arabaya baktı. Gözleri büyüdü. İçinde bir heyecan hissetti.
Araba, sanki aynı anda onlarca frene basılmış gibi zank diye durdu.
3 Yıl Sonra
Yağmur artık büyümüştü. Tam sekiz yaşına gelmişti. Bu hiç de azımsanacak bir şey değildi (gördüğü herkese bunu söylüyordu) . O gün annesi Yağmur'a hediye olarak altın bir küpe-ilk küpesi- almaya karar vermişti. Yağmur bunu duyunca göğsü kabarmıştı. Seçmek için kuyumcuya gittiler.
Kuşkusuz eğer Yağmur, güzel bir altın küpeyi takabilmek için kulağını deldirmesi gerektiğini bilseydi, böyle bir şeye asla izin vermezdi. Ancak bilmiyordu, böylece Yağmur'un favori dondurmacısının yanındaki kuyumcuya girdiler.
Yağmur girer girmez orayı çok sevdi. Her yer ışıl ışıldı, altınlar, gümüşler, hatta elmaslar... Tek bir toz göremedi, zaten olanca temizliği yetmezmiş gibi kuyumcu elindeki nemli mor bezle hala tezgahı parlatıyordu. Oldukça geniş ve rahat bir yerdi, içerisi serindi. İkiside soğukta ürperdi. Kapının olduğu duvar boydan boya camdı, duvarlar krem rengiydi, altınımsı tezgah ve koltuklarla çok hoş görünüyordu.
Hemen koltuklardan birine oturdu, eriyip gidiverecek altın görüntüsüne karşın şaşırtıcı derecede serttiler. Bundan hoşlanmadı.
Annesi kuyumcuyla konuşuyordu. Dinlemeye başladı. "...şöyle şirin bir şeyler olsun. Kokoş kadınlarınki gibi olmasın ama zevkli olsun." dediğini duydu. "Kulaklarını yara yapar mı?" Canım annem, diye düşündü.
"Yok yok yapmaz hamfendi." dedi kuyumcu hevesle. Annesine bir tuhaf bakıyordu. Bundan da hiç hiç hoşlanmadı. Ama annesi küpelere bakmak için çağırınca yanına gitti.
Sonunda bir tane seçtiler ve hemen orada taktırmaya karar verdiler. Kuyumcu "Tatlı kız sen koltuğa otur ben geliyorum," dedi. Oturdu, adam elinde zımba gibi tuhaf bir aletle gelince ürktü. Kulağını deleceklerini anladı. Ama adam çok hızlıydı, hemen yanına gelmişti. Yağmur çırpınınca kolunu tuttu. Yağmur bundan da hoşlanmadı.
Adam eli yanmış gibi birden çekti. "Aaaaah!" elini yukarı kaldırdı ve gördüler. Adamın eli kıpkırmızıydı. Az sonra su toplamaya başlamıştı. Yağmur'un kolu ona sıcak gelmişti.
Yağmur o heyecanı tekrar hissetti ve bundan hoşlandı.
Bir daha o kuyumcuya gitmediler.
Bölüm 2 (Tuhaf Adam!)
"Ben bakarım!"
Kapı çalmıştı. Yağmur kapıyı açmak için yedi metrelik upuzun koridoru koşarak aştı. Annesi gelmeden kocaman demir kapıyı açtı. Karşısında hayatında gördüğü en tuhaf adam duruyordu.
Adam upuzun, ipince biriydi. Gece mavisi renginde tuhaf mı tuhaf bir takım elbisesi vardı. Boynunda da eşarbı... Yarımay biçimli gözlükleri, zeki bakan mavi gözlerinin ışıltısını saklayamıyordu. Bembeyaz, upuzun saçları toplanmamıştı, yerlere sarkan beyaz sakalı ise kemerine sıkıştırılmıştı. Dünyadan bile yaşlı görünüyordu.
Yağmur adama tuhaf tuhaf bakarken adam, "Merhaba Yağmur," dedi. Yağmur adını nereden bildiğini sormadı. Adam eline öksürdü. "İçeri geçebilir miyim?"
Yağmur transa geçmiş gibiydi. Ama yine de sordu. "Siz kimsiniz, ıııı, amca?" Dede ya da babalık diyebilirdi, ancak bu kabalık olurdu.
"Sormana sevindim. Ben Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu'nun müdürü, Albus Pervical Vulfric Brian Dumbledore'um. Artık sen de beni tanıyorsun. O halde içeri geçebilirim."
Yağmur ağzı açık, adama bakıyordu, adam iki saniye sonra bu sıcakta bile üstüne geçirdiği kalın ceketini çıkarmış, kapının yanındaki metal askılığa asmıştı çünkü.
"Böylece buruşmaz." Yağmur'a bakıp nazikçe gülümsedi. O da istemsizce adama gülümsedi.
"Eee, Yağmur, annen nerede bakalım?" Yağmur salonu işaret etti. "Si-Siz oraya geçin, b-ben çağırayım." Ama çağırmasına gerek kalmadı. Annesi mutfaktan çıkmış bakıyordu. "Yağmur kim ge- Aaa! Siz de kimsiniz! Evimde ne arıyorsunuz?!"
Annesi evinde yabancı birini görünce korkmuş ve heyecanlanmıştı. Adam fark etti. Yağmur adamın çok, ama çok zeki biri olduğu izlenimine kapıldı.
"Sayın bayan, lütfen korkmayın. Ben Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu'nun müdürü, Albus Pervical Vulfric Brian Dumbledore'um." dedi tekrar. Yağmur ilk şoku atlattığı için adamın isminin ne kadar uzun olduğunu ve onun yabancı olduğunu fark etmişti. "Ama, şey, beyefendi, şey, siz yabancı mısınız?" "Ah, evet. Siz Türksünüz, ben ise İngiltere'den geliyorum ve sanırım size göre yabancıyım, evet," dedi. Yağmur gülse mi ağlasa mı bilemedi. Ne kadar tuhaf konuşuyor, diye düşündü. Günün birinde bu adamın en güvendiği insan olacağı aklının ucundan bile geçmezdi.
Annesi kızgındı. Mutfağın kapısını koku çıkmasın diye kapattı, holdeki lambaları yaktı. "Bakın beyefendi, buna inanmamızı mı istiyorsunuz? Şu an hala evimde olmanızın tek sebebi... Şey aslında bunu ben de bilmiyorum. Lütfen söyleyeceğinizi söyleyip gidin!"
Adam koridoru arşınladı. "Evet, burada bulunmamı size açıklayacağım. Ama önce, lütfen rahat bir yere geçelim. Siz Türklerin çok misafirperver olduğunu biliyorum. Hadi." Adamın rahat tavırları karşısında Yağmur'un annesi dehşete düşmüştü. Ama adamda ona güven veren bir şeyler vardı. "Ta-Tamam, Yağmur beyefendiyi salona götür. Ben yemeğin altını kapatıp geliyorum." Ve sarsak adımlarla mutfağa girdi.
Yağmur holün lambalarını kapattı ve salona geçtiler. Hemen koşup balkon kapısını ve pencereleri açtı. O sırada annesi gelmişti ve adam tekli koltuğa kurulmuştu. Annesi ikili koltuğun ucuna ilişince, Yağmur da ona sokuldu.
"Evet beyefendi, şimdi anlatın. Siz kimsiniz? Ve neden buradasınız?"
"Size daha önce söyledim bayan. Ben Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu'nun müdürü, Albus Pervical Vulfric Brian Dumbledore'um." dedi adam üçüncü kez. Yağmur kendini tutamadı ve, "İsminiz neden bu kadar uzun?" dedi. Adam omuz silkti.
Annesi, "Onu anladım," dedi. "İsminizi anladım. Peki gerçekte nereden geliyorsunuz? Sizin Horart bilmemnesinden geldiğinize inanmamızı istemiyorsunuz herhalde." Adam keskin gözleriyle kadını süzdü. "Aslında bayan, Hogwarts. Ve gerçekten oranın müdürüyüm."
Kadın hala ikna olmamıştı. Hadi ama, nasıl olabilirdi ki? "Bayım, çok komik ama sadede gelin. Bizler aklı başında insanlarız. Kızım henüz 11 yaşına bugün bastı ama o bile buna güler. Büyü okuluymuş!" Kendince çok haklıydı.
"Hanımefendi, şaka yapmıyorum." dedi ve karşısındaki iki kişinin de beklemediği bir şey yaptı.
Lacivert, ütülü pantolonunun cebinden incecik, upuzun bir sopa çıkardı. Ve şöyle bir salladı.
Sopadan tüylü bir şeyler fırladı. Sapsarıydılar. Yağmur bunun bir kuş sürüsü olduğunu fark etti. Adamın başının etrafında hızla uçuyorlardı. Adam az sonra sopasını kapalı bir pencereye doğrulttu. Pencere kendiliğinden hızla açıldı ve kuş sürüsü oraya yöneldi. Ama cama geldiklerinde birden yok oldular. Cam tekrar kapandı. Hiçbir şey olmamış gibiydi.
Yağmur ayağa fırladı. Bir adama, bir de elindeki sopaya (bu aslında bir asaydı) bakıyordu. Annesi ise hepten şoka girmişti. Sadece pencereye bakıyor, başka bir şey yapamıyordu. Uzun bir süre gözleri açık uyuyor gibi geldi Yağmur'a.
Sonra annesi kabullendi. Başını ağır ağır salladı. Yağmur ise inanmaya o kadar hazır değildi. Kendi okulunda, örnek öğrenciydi. Matematik, fen ve müzikte işleri her zaman mantığıyla ve zekasıyla çözerdi. En iyi olduğu konu buydu. Şimdi ise tuhaf görünüşlü, tanımadığı bir adam gelip büyü yapıyordu. Nasıl inanacaktı? Bunlar yakında dünyanın düz olduğunu söylemeye de başlarlardı. Böyle inanmaz düşünceler içindeydi ki, adamın tek bir cümlesi onu bu düşüncelerden çıkarmaya yetti.
"Yağmur, sen de bir cadısın."
İşte şimdi Yağmur, inanmamazlık edemiyordu. Çünkü uzun zamandır aklını kurcalayan olaylar, ancak sihirle açıklanacak şeyler, şimdi açıklanıyordu. Beş yaşındayken o arabayı durdurması... Sekiz yaşındayken kuyumcuda olanlar... Şimdi her şey mantıklı geliyordu. Kendini bir şeyler gevelerken buldu.
"Yani... o arabayı... o kuyumcuyu... yani onları ben yaptım öyle mi?"
Adam şaşırmamıştı. "Evet, böyle şeyler hep olur. Zaten cadı ya da büyücü olduğun böyle anlaşılır. Her büyülü çocuk, en geç yedi yaşına kadar bir büyü belirtisi gösterir. Bunlar da genellikle, seninki gibi, tehlike anında, duyulan korkuyla ortaya çıkar. İdeal bir durum." Yağmur bunları anlıyordu- aslına bakılırsa mantıklı da geliyordu. Burnunu kaşıdı.
"Peki şimdi ne olacak?"
Adamın cevabı hazırdı. "Tabii ki Eylül'ün 1'nde Hogwarts'a gitmek için Hogwarts Express'ine bineceksin. Ancak ondan önce Diagon Yolu'na bir uğramalısın ki, gerekli şeyleri alabilesin."
"Di-ne?"
"Diagon. Londra'dadır."
Annesi epeydir ilk defa konuştu. "Londra mı? A-Ama oraya nasıl gideceğiz? Ayrıca orası yabancı bir ülke ne yapacağız orada? Herkesin sizin gibi Türkçe bilmediğinden eminim!"
"Merak etmeyin, ben size yardımcı olacağım," dedi adam. "Zaten buraya başka birinin değil de, benim gelme sebebim bu. Ben Türkçe biliyorum. Bu arada, bu evin babası nerede?"
Yağmur kol saatine baktı. "Neredeyse gelir."
Kapı çaldı.
"İşte geldi. Ben bakarım." dedi Yağmur.
Ve her şeyi bir bir babasına açıkladılar. Babasını inandırmak, O kadar da zor olmadı ama Dumbledore yine büyü yapmak zorunda kaldı. Yağmur'a da Hogwarts tarafından damgalanmış bir mektup verdi. Gereken şeylerin burada yazacağını söyledi. Express'e 1 Eylülde binecekti, bu tarihten 3 gün önce Londra'da bulunmak yeterliydi. Ağustos'un 29'unda, saat sabah 11'de geleceğini söyledi ve ceketini alıp geldiği hızla çıktı.
Yağmur tüm kalbiyle adamın gelmeyi unutmamasını diliyordu.
Bölüm 3: Yola Çıkıyoruz
"Bak, bu çok eğlenceli olurdu ama bu imkansız."
Yağmur'un en iyi arkadaşları Estel, Damla, İrem, Merve, Begüm ve Ayşem, Yağmur'un çağırmasıyla onun evinde toplanmışlardı. Yağmur hayat memat meselesi olduğunu söylemişti. Bu olayın, hayatını değiştirdiğini söylemişti ve... İşte buradalardı. Yağmur onlara bir dizi imkansız olay anlatmıştı. Evlerine çok tuhaf ve İngiliz bir adamın geldiğini, onunla aralarında geçen, adamdan da tuhaf bir konuşmayı anlatmıştı.
Yağmur'un önce sopa sandığı, ama sonradan bir asa olduğunu öğrendiği cisimle adamın yaptıklarını duyduğunda ise... Bunun bir şaka olduğunu anlamışlardı. Yağmur onların buna inanacaklarını nasıl düşünebilmişti?
Yağmur bunları düşünüyordu. Birden ayılıp ona göre en önemli kozunu ortaya sürdü çünkü adamın (artık ona Profesör Dumbledore demeye alışması gerekiyordu) dediğine göre onun cadı olduğunu kanıtlayan şeyler bunlardı. "Ben küçükken yaptığım şeyler ne olacak?"
Merve kem küm etti. "Yani, bu olaylar biraz tuhaf ama..."
Yağmur yeni hatırladığı bir şeyle onun sözünü kesti. "Tabi ya! Artık bir cadı olduğumun farkında olduğum için," dedi (arkadaşları cadı kelimesini duyunca irkilmişti) , "ufak tefek sihirler yapabiliyorum. İzleyin!"
Hemen fırlayıp kapıyı, pencereyi kapattı. "Görüyorsunuz, şimdi hiç esinti yok değil mi? Bu kitabı açtım ve masaya koydum. Siz de yanından uzaklaşın." Kendisi de uzaklaştı ve şöyle dedi. "Şimdi hiçbirimiz üflesek de kitaba gelmez. Şimdi kitabın birkaç yaprağını kaldıracağım.
Arkadaşları da çok heyecanlanmıştı. Nede olsa onlar çocuktu ve sihre inanmayı herkesten çok isterlerdi. Yağmur kitaba dikkatle baktı ve arkadaşları da baktı. Ve gözlerinin önünde, 10-20 kadar yaprak kimse dokunmadan çevrildi.
Herkes gözlerini pörtletmiş Yağmur'a bakıyordu. Yağmur'un ise göğsü kabarmıştı. Aslında yapabileceğinden çok emin değildi ama, sihre çok inanıyordu. Hatta neredeyse gerçekten inandığı tek şeydi. Arkadaşlarının bunu kabullenmesi mükemmel olurdu!
"Ee sen Hogwarts'a gideceksin değil mi? Biz ne olacağız peki?" diye sordu İrem.
"Sizinle bağımı asla koparmam," dedi Yağmur içtenlikle. "Belki annemler bana bir telefon alır da sizinle konuşurum. Ayrıca, herhalde yaz tatillerinde de gelebilirim."
"Çok az görüşebileceğiz ama seninki muhteşem bir şey! Sihir yapabildiğine inanamıyorum!"
"Ben de rüyada gibiyim!"
Ve bunun gibi, saatlerce konuştular. Hepsi çok mutluydu. Ancak birbirlerinden ayrılacak olmaları, mutluluklarını gölgeliyordu...
***
"Anne! Kapı çaldı!"
"Amanın yoksa o mu?"
"Aaaaay çok heyecanlıyım! Ve saat tam 11.00! Vay be!"
"Artık kapıyı açsak mı?"
"Bilmem!"
Sonunda ikisi birlikte kapıyı açtılar ve Dumbledore'u gördüler. Geçen sefer geldiğinde giydiği şeyleri giymişti yine. En az 2 ay önceki kadar tuhaf görünüyordu.
"Ee şey, efendim, siz bir gelin de neler yapacağımızı konuşalım." Yağmur bir "merhaba" bile demeden heyecandan bunları söylemişti.
"Gerek yok, burada konuşalım ve sonra hemen gitmeliyiz. Pek zamanımız yok."
"Iıı, peki..."
Ve konuştular. Mektubunda yazan araç ve gereçleri almak için Londra'daki Diagon Yolu'na gitmeleri gerekiyordu, oraya da Çatlak Kazan adındaki büyücü hanından gidiliyordu. Yağmur'un zeki olmasına güvenen Dumbledore, ona biraz konuşma İngilizcesi öğreteceğine söz verdi. 3 günde ne kadar öğretebilirse... Eğer Hogwarts'ta da Türkçe bilen bir başkasını bulamazsa, derslere devam edeceğine söz verdi. Ailesinden biraz muggle parası aldı, bunları Gringotts Büyücü Bankası denilen yerde Galleonlara, Sicklelara, Knutlara çevirecekti. Dumbledore ona Hogwarts fonundan da biraz para verecekti, böylece maddi bölüm tamamlanmış olacaktı. Biraz kıyafet, biraz kitap aldı (Yağmur kitap okumayı her şeyden çok severdi) , ailesi ona bir telefon vermeyi de düşünüyordu ancak, Dumbledore Hogwarts'ın büyülü havası yüzünden hiçbir elektronik aletin çalışmadığını söyledi. Eğer Diagon yolunda bir baykuş alırsa, ailesiyle yazışabilirdi.
Yağmur ailesiyle vedalaştı. Üzülmesi gerekiyordu, ancak yapamadı, çünkü çok heyecanlıydı. Kendine sürekli, artık imkansız diye bir şey olmadığını söylüyordu... İçindense şunu düşünüyordu... Sihir başlasın!
Bölüm 4: Çatlak Kazan ve Karanlık Lord
Yağmur ve Dumbledore evden çıktıklarında, Cisimlenmenin nasıl bir şey olduğunu düşünüyordu. Dumbledore ona anlatmıştı. Büyücüler 17 yaşına bastıkları zaman, yani bilinçlendikleri zaman, Cisimlenme sınavına giriyorlardı. Aslında Buharlaşma da denilebilirdi. Bulunduğu yerden Buharlaşıyordu, gitmek istediği yer üzerinde yoğunlaşıyordu. Tekrar cisimli bir hal almasına da Cisimlenme deniyordu. Dumbledore'un dediğine göre hiçbir 1. sınıf öğrencisi bunu yaşamamıştı, Yağmur kendini şanslı saymalıydı.
Kimse onları göremesin diye apartmanın içinde Buharlaşacaklardı. Dumbledore onu uyarmıştı: bu hiç de hoş bir his değildi, hele ilk defa oluyorsa. Ama zaten başka çareleri de yoktu. Yağmur'un sol elinde muggle kıyafetleri ve bazı özel eşyalarının, ayrıca birkaç kitabın da olduğu küçük bir çanta vardı. Bu yüzden sağ eliyle Dumbledore'un sol koluna tutundu, o dokunur dokunmaz Dumbledore Buharlaştı.
Bu gerçekten de iğrenç bir histi. Apartman epey serindi ancak Buharlaşırken fena halde terledi. Sanki birisi onu karnından sıkıyor, büküyor, 8 gibi bir şekle sokuyordu. Midesinin ağzına geldiğini hissetti. Etraflarında mavi-beyaz parlak bir ışık vardı. Ve bir de düşme hissi. Ancak sonunda bitti.
Yağmur öksüre öksüre doğruldu, kusmamak için kendini zor tutuyordu. Gözlerinden yaşlar aka aka başını kaldırdığında Dumbledore'un güzel bir banyo yapmış gibi sakin olduğunu gördü. Ara bir sokağa gelmişlerdi. Orada burada çöpler vardı, pis tuğla duvarın dibine sinmiş bir adam gördü. Yanında bir içki şişesi vardı. Sokağın bitiminin işlek bir caddeye açıldığını gördü. Bir sürü insan geçiyordu. Ancak hiçbiri onları fark etmiyor gibiydi. İkisi, çatlaklarla dolu eski püskü bir tahta kapıdan içeri girerken, Yağmur büyücü barı ve hanı Çatlak Kazan'ın böyle bir yer olacağını hiç tahmin etmiyordu. Hani özellikle beklediği bir şey yoktu ama, şey, bu değildi.
Dumbledore kapıyı itti ve Yağmur loş ışıkla aydınlanmış yere adımını attı. Olduğu yerde kaldı. Burası eski taş duvarla çevrili, kocaman bir yerdi. Orada burada bir sürü masa ve sandalye vardı. Tahtaydılar ve neredeyse hepsi doluydu. Solunda, barmenin olduğu bir tezgah vardı. Tezgah da taştandı, çok eski görünüyordu ve üzerinde leş gibi bir sürü bez vardı.
Yine de bu insanlar neşeliydi, içeride otuzdan fazla büyücü ve cadı vardı. Hemen hemen hepsinin üzerinde pelerinler, tuhaf sivri uçlu büyücü şapkaları olduğunu gördü Yağmur. Duvar dibinde bir masada oturan bir cadının şapkası, ortamı aydınlatan meşalelerden biri yüzünden yanma tehdidi altındaydı. Herkes birbirini tanıyor gibi görünüyordu, kupalarını tokuşturup şakalar yapıyorlardı.
Dişsiz, kambur ve kel barmene tekrar baktığında adamın asasını salladığını ve üç kupanın üzerinden beyaz köpükler aka aka havada bir masaya süzüldüğünü gördü. Gözleri fal taşı gibi açıldı.
Bunları çok kısa bir sürede gözlemlemişti, insanlar geldiklerini yeni fark ediyordu. Kapının önünde onu ve Dumbledore'u gördüklerinde hepsi sus pus oldu. Hatta Yağmur'un yeni gördüğü kehribar gözlü birkaç baykuş bile sustu. Yağmur bunun, kendisinin onlara göre tuhaf kaçan kıyafetlerinden olup olmadığını merak etti. Çünkü üzerinde kapri bir kot ve yeşil bir tişört vardı, yani son derece sıradandı. Ama sonra fark etti ki, insanlar gözlerini dikmiş Dumbledore'a bakıyordu. Dumbledore hiç rahatsız olmuyor gibiydi.
Daha sonra insanlar Yağmur'a da bakmaya başladı, o buna çok sinir oldu. Neyse ki bu çok uzun sürmedi ve kocaman burunlu, esmer tenli yaşlıca bir adam kupasını öne uzatıp bir şeyler haykırdı. Diğerleri de ona uyup bağırdılar ve herkes eğlenmeye devam etti.
Yağmur Dumbledore'un koluna hafifçe dokunup, "Ne dediler efendim?" diye sordu. Bu "efendim" hitabı içinden ve çok doğal geliyordu.
Dumbledore ona doğru eğilip (boyu 1.80'in epey üzerindeydi) , "Profesör Albus Dumbledore'un şerefine kadeh kaldıralım, dünyanın en güçlü büyücüsü, dediler." dedi yavaşça. Yağmur'un kanı dondu. Dünyanın en güçlü büyücüsü, diye düşündü. Galiba adamı yeterince takdir etmemişti. Bu biraz da korkutucuydu. Düşünüyordu da, Dumbledore her şeyi yapabilirdi. Acaba... Acaba ölümsüz müydü? Bu fikir onu cezbetmişti. Ölümsüzlük harika olurdu. Hatta-
Düşüncelerini dişsiz barmenin sözleri böldü. Dumbledore'un önünde kambur sırtının elverdiği ölçüde eğildi, cübbesinin eteği yerleri süpürdü. Yağmur dikkatini topladı ve onları dinledi ancak konuşmalarından hiçbir şey anlayamadı. Of, diye düşündü, umutsuz durumdayım. Zaten bildiği tüm iİngilizce basitti. Bir iki cümle biliyordu, "My name is Yağmur" ve "I love you" gibi herkesin bildiklerinden. "Yes, no" gibi basit kelimeler, birkaç renk, bir kaç sayı... Hepsi buydu. Çok zorlanacaktı. Ancak o zeki bir kızdı. Matematikte Türkiye derecesi yapmıştı dördüncü sınıftayken. Hem de hiç çalışmadan. Herhalde bir İngilizce'yi kavrayabilirdi. Acaba Hogwarts'ta ondan yaşça büyük Türkler var mıydı? Yoksa arkadaşsız kalırdı. En azından bir süre.
Yağmur yine düşüncelere dalmıştı. Gözlerini kırpıştırıp uyandığında barmenin yine eğildiğini ve kendi cübbesine basıp takılarak yerine gittiğini gördü. "Ne konuştuğunuzu sorabilir miyim?"
"Tabi. Bize bir şey isteyip istemediğimizi sordu, ben de birer kaymak birası içip gideceğimizi söyledim-"
"Özür dilerim efendim," dedi Yağmur gözlerini kocaman açarak, "Bira mı dediniz?"
"Ah," dedi Dumbledore, gözüne bir masa kestirip. "Sandığının aksine alkollü bir içki değil bu. Aslında, canlandırıcı olduğunu bile söyleyebilirim. Çok güzeldir, eminim seversin." dedi masaya ilerlerken.
Yağmur bir sandalye çekti. "Ha, anladım." dedi. Oturdukları an barmen gelip masaya iki tane kupa koydu, masadan toz havalandı. Kupalar metaldendi, kocamandı ve yamru yumruydu.
Barmen gidince, "Ne diyordum?" diye devam etti Dumbledore. "Evet, gideceğimizi söyledim. Diagon Yolu'na buradan giriliyor," dedi ve Yağmur'un önceden fark etmediği yarı açık bir kapı gösterdi. "Diagon Yolu'na gideceğiz, oradan öteberini alacağız. Ama önce Gringotts'a gireceğiz."
"Büyücü Bankası," dedi Yağmur hemen.
"Evet Yağmur. Oradan biraz muggle parası değiş tokuş edebilirsin. Eşyalarını alırsın. Muggle doğumlu öğrencilerimiz hep yaparlar."
Yağmur boşluktan yararlanarak bir soru sordu. "Efendim, bir şey değiştirir mi, muggle doğumlu olmak? Daha mı güçsüz oluyorum?" Tedirgindi.
"Hayır, kesinlikle hayır," dedi Dumbledore. Mavi gözlerinden ciddiyet okunuyordu. "Bu seni hiç de alçaltmaz. O kadar çok başarılı, muggle doğumlu büyücü var ki..."
Yağmur biraz rahatlamıştı. Bir soru daha sordu. "Peki efendim, hiç kötü büyücüler var mı? Vardır tabi ama kötülüğü neye göre? Yani demek istediğim-"
"Demek istediğini anladım," diye kesti Dumbledore. Öncekinden de ciddiydi. “Tabi ki ve ne yazık ki kötü büyücüler var. Hem de düşünmek istemeyeceğin kadar fazla..."
Yağmur dikkat kesilmişti. "Eskiden bir adam vardı. O da senin gibi öğrenciydi. Parlak zekalı ve hırslıydı. Güç tutkunuydu, onun gibi diğerleriyle beraber Slytherin'deydi."
"Slytherin nedir?" Konu birden değişmişti.
"Ah, sana bunu anlatmadım. Hogwarts'ı, uzun zaman önce, zamanın dört büyük büyücüsü ve cadısı kurmuştu. Başta öğrencilerini özelliklerine göre kendileri seçerlerdi. Godric Gryffindor, en cesurları alırdı. Helga Huflepuff, çalışmayı sevenleri ve iyi yüreklileri, Rowena Ravenclaw en zekileri alırdı. Salazar Slytherin ise genelde safkanları ve en kurnazları alırdı. Ancak yaşlandıkça, dördü de öğrencilerini ileride nasıl seçecekleri konusunda endişelenmeye başladı. Çözümü Gryffindor buldu. Başından bir şapka çıkardı, hepsi fikirlerini bu şapkaya doldurdu. Ona Seçmen Şapka dendi. Hogwarts'ta öğrencilerimiz binalara bu şekilde giriyor. Evet, bunlara bina deniyor."
Kısa bir ara oldu. Yağmur, "Hmm, teşekkürler." dedi.
"Devam edeyim. O Slytherin'deydi. Slytherin'den birçok karanlık büyücü çıktığı için adı kötüye çıkmıştır ancak bu seni aldatmasın. En güvendiğim insanlardan biri Slytherin'dir."
"Iı, peki," dedi Yağmur. Başka ne dese bilemiyordu.
"Bu çocuk, uzun zamandır görülmemiş bir başarıyla mezun oldu. Sonrasında çok karanlık şeyler yaptı. Cinayete cinayet gözüyle değil, gerekli bir şey olarak bakıyordu ve öldürdüğü insanların sayısı... Çok fazla. Ancak bundan kötü şeyler de yaptı."
"Daha kötü ne olabilir?" dedi Yağmur. Ürkmüştü.
Dumbledore dikkatle," Bunu söyleyemem. Kimseye söyleyemem. Bu gerçekten karanlık sihir. Gerçekten iğrenç. Bunu bilmemin tek sebebi, çok okumam ve çok zeki olmam." Dumbledore gülümsedi. Yağmur hala korkuyordu.
"Peki ona ne oldu?"
"Yaptığı kötü şeyler yüzünden, ona karşı bir topluluk oluştu. Ona ve müritlerine karşı savaşıyorlardı. Bu birlikten birini ve ailesini öldürmeye karar verdi. Bunlar James-Lily Potter ve oğulları minik Harry idi."
"Onları da mı öldürdü?" Sesine yansıyan iğrenmeyi engelleyememişti. Küçük bir çocuğu mu öldürmüştü? Bu adam cidden iğrençti.
"Hem evet, hem hayır." dedi Dumbledore. "James ve Lily oğullarını korumak için hayatlarını feda ettiler. Ancak Harry'i öldüremedi. Çünkü annesi ona çok eski bir sihirle çok güçlü bir kalkan yaratmıştı. Bunu anlayamadı, laneti geri tepti ve kendi kendini az daha yok ediyordu."
Yağmur hayal kırıklığıyla, "Yok olmadı mı?" diye sordu.
"Hayır, ne yazık ki. Sanırım hala bir yerlerde ve devam etmenin yollarını arıyor."
Bu ürkütücü bir hikayeydi. Çatlak Kazan'daki onca tuhaf insana göz gezdirdi. Onlardan biri olduğunu düşünmekten kendini alamıyordu.
"Peki, efendim, o adamın adı neydi?"
"Kendine 'Lord Voldemort' diyordu. Ancak asıl adı farklı. Çoğu insan, Lord Voldemort adından aşırı derecede korkar. Ona 'Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen' diyorlar. Ama isimlerden korkmak saçmadır. Gerçeğine duyulan korkuyu artırır."
"Bu bence de saçma." dedi Yağmur. "Son bir soru daha sorabilir miyim?"
"Olur ancak çabuk ol." Dumbledore altın saatine baktı. Acaba Rolex falan mıydı? Swatch? "Çok uzun süre olmuş. İki saattir konuşuyoruz."
"Tamam. Voldemort'u engelleyen eski sihir neydi?"
Dumbledore hafifçe gülümsedi. İçkisinden son yudumunu aldı ve, "Sevgiydi, Yağmur." dedi. "Voldemort bunu bilmezdi."
* * *
Diagon Yolu'na çıkmak için Dumbledore'un gösterdiği kapıdan çıktılar. Onlar çıkarken herkes bağırarak şapkasını sallamıştı. Herkes Dumbledore'a fena halde saygı duyuyordu. Bu kadar güçlüyle Voldemort'u neden engelleyemedi acaba? diye düşündü.
Kullandıkları kapı, kırmızı tuğlalarla örülü bir duvara açılıyordu. Önünde de metal, yuvarlak bir çöp kutusu vardı. İçindekler taşıyordu ve etrafı da çöp doluydu. Birisi kapağını çöplerin üstüne koymuştu. Buradan nasıl geçeceklerini düşünen Yağmur, "E, efendim-" dedi ancak sustu. Dumbledore asasını çıkarmıştı. Asasıyla çöp kutusunun üzerindeki soldan üçüncü tuğlaya tıkladı, geri çekilip bekledi.
Yağmur da bekledi. Birkaç saniye içinde tuğlalar kalabalık bir sokakta oraya buraya koşan insanlar gibi hareketlenmişlerdi. Bir süre böyleydi. Sonunda yavaşladılar, yavaşlarken son hallerini aldılar. Durduklarında Yağmur Dumbledore'un arkasından başını uzatıp baktı. Tuğlalar düzgün, kemerli bir geçit oluşturmuştu.
"Diagon Yolu'na hoşgeldin Yağmur." dedi Dumbledore.
Bölüm 5: Dükkanlar
"Vay canına," dedi Yağmur. Duygularını en güzel bu kelime anlatıyordu.
Diagon Yolu, eski, klasik bir sokak görünümüne sahipti. Tıklım tıklımdı ve hayat doluydu. Rahatsız edici bir kalabalık değildi, insanda sosyallik hissi uyandırıyordu. Çünkü burası da Çatlak Kazan gibiydi, herkes birbirini tanıyor görünüyordu. Eski, sarı taştan duvarlarda çeşitli dükkanların kapıları vardı. Kapıların biraz üstünde, çaprazlarında da eski püskü tahta tabelalar... Öğle güneşi tepede ve sıcaktı. Yağmur, bağırarak annesinden bir şeyler isteyen bir çocuk, kitapçının cam vitrinine bakakalmış çalı gibi gür kahverengi saçlı bir kız, tuhaf muskalar satan muhtemelen ruhsatsız bir seyyar satıcı ve elinde kocaman, kalaylı bir kazan olan onun yaşlarında sarı saçlı, sivri yüzlü bir çocuk gördü.
"Dediğim gibi, önce Gringotts'a gideceğiz." Dumbledore bu güzel manzara karşısında hiç etkilenmemiş görünüyordu.
"Peki, efendim."
Bu kalabalığın arasından geçmenin zor olacağını düşünen Yağmur, insanların Dumbledore'a nasıl davrandığını unutmuştu. Onlar geçerken insanlar yol açıyor, Dumbledore'un önünde eğilip şapkalarını çıkarıyorlardı. Tabi istemeden de olsa Yağmur da insanların tuhaf bakışlarına hedef oluyordu. Yine. İlgi çekmeyi hiç mi hiç istemiyordu, zaten başında yeterince dert vardı. İngilizce bilmiyordu, bundan beter ne olabilirdi? Acaba Dumbledore ona 2-3 günde az buz konuşabileceği kadar İngilizce öğretebilir miydi?
Başını şöyle bir sallayıp düşüncelerden kurtuldu. Tamamen büyücülerle dolu bir yerdeydi, dikkatini vermesi gereken çok şey vardı. Dumbledore ona dükkanları işaret edip nereler olduğunu söylüyordu. "... orası Flourish ve Blotts, oradan bütün büyü kitaplarını ve daha fazlasını alabilirsin. İşte Aktar, İksir malzemelerini oradan alırsın. Olivanders, dünyanın en iyi asa yapımcılarından biridir. Orada da Madam Malkin'in Her Duruma Göre Cübbeleri dükkanı. Herhalde anlamışsındır. "
Yağmur rüyada gibiydi, öylesine mutluydu. Dumbledore ile kocaman karbeyazı bir binaya geldiler. yan tarafta bir yol daha vardı, tabelanın tekinde Knockturn Yolu yazıyodu. Oraya giden yol karanlıktı, ürkütücü bir havası vardı. Yağmur tekrar beyaz binaya baktı.
Dumbledore ile hayli eğri duran binaya çıkan mermer merdivenleri tırmandılar. Çıkınca, önlerinde pırıl pırıl bronz kapılar gördüler, kapıların iki yanında sırmalı kızıl üniformalarıyla iki cüce yaratık vardı. Kapılardan geçtiler, az ilerde gümüş bir kapı daha vardı. Burada da bir cüce vardı, onları selamladı. Gümüş kapının üzerinde bir şiir yazılıydı:
"Gir bakalım, yabancı, ama dikkat et, sakın
Kendini koyverip de hırsa kapılmayasın,
Alın teri dökmeden köşe dönme hevesi
Canına okur sonra, bak bizden söylemesi,
Senin olmayan bir şey yürüteceksen unut,
Aklını başına al, sonra da kendini tut,
Hırsızlığa kalkarsan, bir daha düşün yine,
Başka şeyler bulursun çil altınlar yerine."
Bu ürkütücü dizelerden sonra, sonunda Gringotts'a girdiler. Önlerinde uçsuz bucaksız, çok yüksek tavanlı mermer bir salon uzanıyordu. Yüz kadar cüce upuzun bir bankın arkasındaki yüksek taburelere oturmuş, kendilerinden büyük kocaman hesap defterlerine yazılar yazarken, bir yandan da pirinç terazilerde para tartıp, merceklerle değerli taşları inceliyorlardı.
Hoş yaratıklar değillerdi. Ufacık boylu, normalden üç kat büyük burunlu, birazcık kel koca kafaları ve sivri dişleri olan yaratıklardı. Açıkçası bakışları da pek hoş değildi. Yağmur endişeyle Dumbledore'a baktı. Dumbledore, "Cincüceler büyücüleri pek sevmez," dedi. Onlara ‘cincüce’ dendiğini öğrenmişti. "Yıllardır bir alıp veremediğimiz var."
Yağmur tam "Fark ettim" diyecekti ki uzun boşluğu aşıp baş cincüce gibi görünen cinin masasına geldiler. Dumbledore ve cin konuşurken dikkatle dinledi ancak her zamanki gibi hiçbir şey anlamadı. Masa da çok uzun olduğu için ne yaptıklarını göremedi ama Dumbledore'un kolları hareket ediyordu. Sonunda Dumbledore ona küçük altın bir anahtar verdi.
O cinin yanından ayrılıp biraz daha alçak bir masada oturan cinin yanına gittiler. Dumbledore, Yağmur'un ailesinin verdiği parayı ondan istedi ve cincüceye verdi. Epeyce yüklü bir paraydı, sonucunda üç koca kese parası oldu. ailesi neyle karşılaşacaklarını bilmediği için çocuklarına biriktirdikleri tüm parayı vermişlerdi. Keselerden iki tanesini çantasının dibine yerleştirdi, üçüncüsünün içinden bir tane altın para alıp incelemeye başladı. Dumbledore onlara "Galleon" dendiğini söylemişti.
Olabildiğince hızlı oradan gitmek istiyordu Yağmur. Sonunda bankadan çıktılar, Açık havaya döndüler. Önce Olivanders'a girdiler.
Bu dükkan çok dağınıktı ve ilginçti. Her yerde uzun ince kutular istiflenmişti. Bir adam da merdivenin üzerinde kutulardan birini geri koyuyordu. Onlar içeri girince başını çevirip baktı. Bir şeyler mırıldandı.
Dumbledore Yağmur'u eliyle işaret etti ve bir şeyler söyledi. Adam başını salladı. Merdivenden inerken az daha düşüyordu. Bir yandan kutulara göz gezdiriyordu. Büyülü olduğu belli olan bir mezura Yağmur'un yanına geldi, burun deliklerinin arası dahil her yerini ölçmeye başladı.
Bir yandan mezura Yağmur'u ölçüyordu, bir yandan Olivander asa kutularına bakıyordu. Mezura tarafından kuşatılmış Yağmur'a şöyle bir baktı, sonra, "Hmm..." dedi. Toz içindeki istiflerden ince uzun bir kutu çekip çıkardı. Kutuyu nazikçe açtı, içindeki asayı yaşlılıktan buruşmuş parmaklarıyla aldı ve tutma yerini Yağmur'a doğru uzattı. Yağmur asayı tuttu ve bekledi.
Adam sabırsızca bir şeyler söyledi.Eliyle hayali bir asayı sallar gibi yaptı. Yağmur "Ha," dedi ve asayı şöyle bir salladı. Bir şeyler oldu ve Dumbledore'un yanındaki antika gibi görünen ahşap tabure fırladı gitti. Arkasındaki dizi dizi asa kutusuna çarptı.
Yağmur elinden zehirli bir örümceği bırakır gibi asayı bıraktı. Adam kollarını kavuşturdu. Yine bir şeyler mırıldandı. Bunun gibi üç asa denediler. İkinci asada hiçbir şey olmadı. Yağmur olsun diye asayı sallarken az daha Dumbledore'un gözünü çıkarıyordu. Üçüncü asada bir patlama oldu ve kaşları tütsülendi. Dördüncü asada ise asanın ucundan spor ayakkabılarına epeyce su döküldü. Su buz gibiydi ve çoraplarını ıslatmıştı. Yağmur küfretmemek için kendini zor tuttu. Dumbledore ayaklarını asasının bir salınışıyla kuruttu ve yanmış kaşlarını eski haline getirdi.
Yağmur Olivander'ın kızgın olacağını sanıyordu ancak adam epey keyifliydi. Beşinci asayı çıkarmadan önce epey düşündü. İki kez fikir değiştirdi ama sonra bir asayı seçip çıkardı. Yağmur asayı kutudan aldı. Bu, açık renkli bir asaydı ve üzerinde tül varmış gibi ilginç bir görünümü vardı. Hoşuna gitmişti. Asayı aldı, şöyle bir salladı. Asanın ucundan minicik bir alev fırladı ve gidip masada duran mumu yaktı. Ateş oradan sıçrayıp dükkandaki bütün mumları yaktı. Dükkan bir anda ışıl ışıl olmuştu.
Yağmur sevinçten ne yapıcağını bilemiyordu. Zıplamamak için kendini zor tuttu. Galiba sonunda olmuştu. Olivander da gülümsüyordu. Dumbledore'a bir şeyler söyledi. Yağmur, "Ne dedi efendim?" diye sordu. Dumbledore "Bu asa alıç ağacındanmış ve içinde bir tekboynuzun kuyruk teli varmış. Genelde de Rowena Ravenclaw'ın soyundan gelenleri seçermiş."
"Ama efendim, ben muggle doğumluyum, nasıl olacak o?"
"Anne ya da babanın ailesi Ravenclaw'a dayanıyor olabilir. İmkansız değil." Gülümsedi.
Yağmur çok şaşırmıştı. Hatırlamaya çalıştı... Ravenclaw zeki olandı. Aslında çok tuhaf da değildi. Okuldaki başarısı düşünülürse... Galiba Hogwarts'ta hangi binada olacağı belli olmuştu. Birden içine sevinç doldu. Asasına sevgiyle baktı.
Olivander bir şeyler söyledi. Dumbledore Yağmur'a biraz para vermesi gerektiğini hatırlattı ve Yağmur elini cebine attı. Orada ne kadar para varsa verdi ve biraz da para üstü aldı. Ne kadar olduğunu saymadı, merak etmiyordu. O anda yalnızca asasını inceliyordu.
Asacıdan çıktılar ve kalabalık Diagon Sokağı'na geri döndüler. Yağmur asasını kot pantolonunun cebine sokabildiği kadar soktu, ama biraz açıkta kalmıştı. Tişörtünü üstüne düşürdü.
Flourish ve Blotts, yani kitapçı yakındaydı. Orası çok kalabalıktı. Müşteriler bitmek bilmez isteklerini oradan oraya koşan görevlilere sıralıyorlardı. Dumbledore'u gören bir görevli hemen yanlarına geldi, istedikleri bütün kitapları verdi. Yağmur önceden Dumbledore'un uyarısına uyarak katlanılıp kalem kutusu haline getirilebilen sırt çantalarından almıştı, onu açıp kitapları içine doldurdu. Yağmur'un ilgisini en çok çeken kitap, Bathilda Bagshot'un yazdığı Hogwarts-Bir Tarih isimli kitaptı. Çatlak kazana dönünce okumaya başlayacağına söz verdi.
İtiş kakış yerden çıktılar ve sırayla bütün dükkanlara girdiler: Aktar'dan kazan ve iksir malzemeleri aldılar, Madam Malkin'den cübbesini ve şapkasını aldılar. En son ise Binbir Çeşit Baykuş Dükkanı'na girdiler. Yağmur daha önce Dumbledore'a bir baykuş istediğini söylemişti.
İçerisi çok kokuyordu, küçük tabureler gibi masa vardı, üstlerinde de baykuşlar ve kocaman kafesleri. Bir cadı hemen yanlarına geldi ve Dumbledore'a selam verip bir şeyler söyledi. Yağmur yanlarından ayrılıp bakınmaya devam etti. Ondan bir-iki yaş büyük gibi görünen kıpkızıl saçlı, çilli bir çocuk tezgahtara bir şeyler soruyordu. Yağmur kafeslerin arasından ilerledi.
Oradaki en güzel baykuş, ışıl ışıl siyah tüyleri olan, hafiften kırmızı gözlü bir baykuştu. Yağmur ona doğru eğilip bakarken o da başını ona çevirdi ve tuhaf bir ses çıkardı. Yağmur güldü. O kadar ürkütücü değildi.
Dumbledore yanına geldi. "Efendim, ben bunu almak istiyorum." dedi. "Adını ne koyacaksın?" "Hiçbir fikrim yok." "Hmm... Gözlerinin rengine bakarak basit bir isim koyabilirsin, Ruby gibi." "Anlamı ne?" "Yakut." "Evet, evet! Ruby harika!"
Yağmur sevinçten çıldırmış gibiydi. Artık dilin önemi olmadan dertlerini anlatabileceği biri vardı. Kızıl saçlı çocuğun yanında tezgahtara on galleon saydı, çocuk da ona tuhaf tuhaf baktı. Yağmur da ona tuhaf tuhaf baktı. Herhalde Dumbledore'la gezdiğim içindir, diye düşündü Yağmur. Aslında çok tatlı birine beniyordu. Yüzünde muzip bir ifade vardı. Çocuğu tanımadan sevmişti. Belki Hogwarts'ta tanışırlardı.
Dükkandan çıktılar ve çocuğu dükkanın dışında beklerken gördü. Yanında annesi gibi görünen biri vardı. Yağmur dönüp dükkana baktı. Çocuk hala oradaydı. Dönüp önüne baktı. Çocuk annesinin yanındaydı. Kafası karıştı. Ama sonra çaktı. Herhalde bunlar ikizdi.
Dumbledore, "Sanırım her şey tamam. Şimdi Çatlak Kazan'a geri dönebiliriz."
"Peki efendim."
Geldikleri yoldan geri döndüler. Geçit hala açıktı. Oradan geçip Çatlak Kazan'a adım attıkları an arkalarında tekrar duvara dönüştü. Dumbledore açıkladı. "Bu yanılsama gibi bir şey. Diagon Yolu'nda geçit her zaman açık görünür ama buradayken açmak gerekir." dedi.
Dumbledore ile tekrar masalardan birine yürüdüler. Akşam oluyordu ama han yine doluydu. Yine de boş bir masa buılup oturdular. Yağmur sordu. "Efendim, İngilizceyi doğru düzgün öğrenmek için insanlar aylarca uğraşıyor. Ben nasıl öğreneceğim?" dedi. Dumbledore bir süre düşündü.
"Bak aklıma ne geldi. Sana öğrenmeni kolaylaştıracak bir büyü yapabilirim. Bu süre içinde ne söylesem unutmazsın. Sonra büyüyü kaldırırım ve normale dönersin ancak unutmazsın. Böylece birkaç günde İngilizce öğrenirsin."
"Çok zekisiniz."
"Herkes öyle diyor."
Dumbledore Yağmur'a büyüyü yaptı, sonrasında saatlerce konuştu. İngilizce'deki kalıpları, ekleri, bir sürü kelimeyi, konuşma tarzını, nasıl soru sorulacağını ve daha bir çok şey öğretti. Üç saat sonra, Yağmur lise 1'e giden biri kadar İngilizce konuşabiliyordu. Dumbledore büyüyü kaldırdı.
"Hatırlıyor musun?" diye sordu.
Yağmur gözlerini kırpıştırdı. Rüyadan uyanır gibiydi, rüyasını hatırlar gibi öğrendikleri bir bir kafasına yerleşti. "Evet."
Dumbledore neşeyle, "O zaman sorun yok! Sen burdan bir oda tut. Oldukça rahattır. Ben yarın öğleden sonra gelirim, yine konuşuruz."
"Teşekkürler efendim."
"Hogwarts'ta belki konuşabileceğin birilerini bulursun, kim bilir? Ben Tom'a sorayım, belki elinde şu muggle dergilerinden vardır. Örgü motiflerine bayılıyorum da."
Yağmur normalde olsa bu tuhaf sözlerden sonra ağzı açık Dumbledore'a bakardı. Ancak şimdi kafası öyle doluydu ki, saat akşamın 8'i de olsa, iyi bir uykuya ihtiyacı vardı.
Masada beş dakika daha oturdu. Sonra dişsiz hancı Tom yanına geldi. "Odanıza götüreyim mi, küçük hanım?"
"Teşekkürler."
Yağmur gerçekten yorgundu. Yoksa bir yabancıyı anlamanın sevinciyle ters takla bile atardı. Tom onu odasına götürdü, "Bir ihtiyacınız olursa söyleyin," dedi ve eğilip uzaklaştı.
Ruby odasında onu bekliyordu. Yağmur belli belirsiz Dumbledore'un onları sihirle oraya yollamış olduğunu hatırladı. "Çok, çok tuhaf bir gündü, Ruby." dedi ve ayakkabılarını zor çıkarıp kendini yatağa attı.
Karnına batan bir şey yüzünden uyandı. Zorla doğruldu ve asasını çıkarmadan yattığını gördü. Kırılacak korkusuyla telaşla cebinden çıkardı. Neyse ki sağlamdı. Üstünü değiştirmeden yattığı için kendini iğrenç hissediyordu. Giysileri buruşmuştu. Ve sarhoş gibi kendini hemen yatağına attığı için odaya bakacak vakti olmamıştı. Şimdi görüyordu. Bej rengi duvarlar vardı, kocaman, iki kişilik yatak odanın ortasındaydı. Kocaman direkleri vardı ve direklerin tepesinde kare bir örtü vardı. Odaya girilen kapı, yatağın sağında kalıyordu, solunda ise bir dolap ve çekmeceler vardı. Yatağın tam karşısında muhtemelen banyoya açılan bir kapı vardı.
Yağmur o kapıya doğru ilerledi. Küçük ama temiz bir banyo buldu. İşini görüp bir duş aldı. Tekrar odaya döndüğünde yatağın düzeltilmiş olduğunu gördü. Herhalde oda servisi vardı. Saçlarını kurulayıp taradı. Küçük aynada kendine baktı.
Gözleri elaydı, aralarda kahverengi tonları seçilebiliyordu, ancak herkes ilk bakışta gözlerinin yeşil olduğunu düşünürdü. Çok hafifçe çekikti, bademe benziyordu. Dudakları ve yanakları küçüklüğünden beri her zaman pembeydi. Ten rengi ise krema gibiydi, teyzesi hep "pamuğum" derdi ona. Normalde sarı olan saçları şimdi nemli olduğu için koyu kumral gibi görünüyordu, hatta siyah. Annesi her zaman büyüyünce çok güzel olacağını söylerdi, ancak sonuçta o annesiydi, kızının güzel olduğunu tabi düşünürdü. Zaten Yağmur'un derdi de güzel olmak değildi. Tabi güzel olmak iyi bir şeydi ama, olmasa da olurdu. Onun için önemli olan başarıydı.
Gidip önceki gün giydiği pantolonu eliyle düzeltti, tekrar onu giydi. Üstüneyse beyaz düz bir t-shirt giydi. Aynı ayakkabılarını ayağına geçirdi, asasını tekrar cebine sokuşturdu, birkaç galleon para aldı ve odadan çıktı.
Gidip aşağıda kahvaltı etti. Bir sürü ilgi çekici insan vardı, onları izlemek hoşuna gidiyordu. Cadaloza benzeyen biri bir tabak çiğ böbrek sipariş etti.
Karnı doyunca, Diagon Yolu'nda gezmeye çıktı. Olivanders'ın önünden geçerken selam verdi. Dün esgeçtikleri bir dükkan farketti. Oraya yaklaştı. Dükkanın adı, "Kaliteli Quidditch Malzemeleri" idi. Quidditch'in ne olduğunu bilmeyen Yağmur, Dumbledore'a sormayı zihnine not etti.
Dükkanda her yaştan insan vardı, epey doluydu. Herhalde Quidditch popüler bir şeydi. Yağmur içeri girmedi. Hala birisi ona bir şey söyler diye korkuyordu. Belki bu akşam İngilizcesi epey ilerlerse, buradaki son gününde girmeye cesaret edebilirdi. Cam vitrinin arkasından baktı. Orada bir süpürge vardı. Cadılar ve süpürgeler hikayelerde hep birbiriyle bağıntılıydı. Acaba gerçek mi? diye düşünmeden edemedi. Bu ışıl ışıl süpürge ve ona gösterilen ilgi, bunun yer temizlemek için olmadığını kanıtlıyordu. Zaten süpürgenin ucunda, Nimbus 2000 yazıyordu. Sıradan bir süpürgenin bir isminin olduğu nerede görülmüştü ki?
Oradan ayrılıp Florean Fortuscue'un dondurma dükkanına gitti. Cesaretini toplayıp bir dondurma istedi. Herhalde doğru sormuştu ki, adam "Elbette," dedi ve gitti. Yağmur bir şemsiyelerin altındaki metal bir masaya oturup bekledi. Adam dondurmasını getirdi. Yağmur etrafını seyrederek yedi.
Oradan sonra biraz daha dolaştı, saatine bakınca öğleden sonra iki olduğunu fark edip Çatlak Kazan'a geri döndü. Orada oturup bekledi. Yaklaşık on dakika bekledikten sonra canı sıkıldı ve odasına, Hogwarts-Bir Tarih'i almaya gitti. Bir saat kendini kaptırıp okudu.
Sonunda başını kaldırmayı akıl edebildi. Ensesi oturarak okumaktan tutulmuştu. Doğrulup gerindi. Saatine baktı. Üç buçuk olmuştu. O sırada Dumbledore içeri girdi. Yağmur biri onu dürtmüş gibi zıpladı.
Dumbledore onun yanına geldi. Yağmur ona neler yaptığını anlattıktan sonra, derse başladılar. Önceki günden daha uzun süre ders yaptılar. Dumbledore resmen nefes almadan konuşuyordu. Konuştu konuştu ve konuştu, 4-5 saate yakın konuştu. Kendine bir bardak su yaratıp aralarda yudumladı.
Ders bittiğinde, etraflarındaki insanlar değişmişti. Kim bilir kaç kere. Dumbledore başta yaptığı büyüyü tekrar kaldırmıştı. "Bu büyü üstündeyken sana anlattığım hiçbir şeyi unutmazsın. Aslında öğrencilerde kullanmak pek adil olmaz ama şu anda hiçbir sorun yok." Bunları İngilizce söylemişti ama Yağmur fark etmeden her kelimeyi anlamıştı.
İsim Makotom-->Valkyrie Cain
Bu mesaja teşekkür edenler (4 kişi): MoonMirror, Daisy~, Mai Kohana, SaILoRSuN
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Valkyrie Cain
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Valkyrie Cain
Keşke sildirmeseydin.Bende hatırlıyorum bu fanfici.Umarım devamını eklersin ve yeni bölüm yazarsın.
Bana bir kelime söyle sonsuzluğa ulaşan.
Bana bir hikaye anlat asla unutulmayan.
Bana bir gökyüzü göster karanlıktan daha koyu olan.
Bana bir hayal ver zamanın kalbini kıskandıran.
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Valkyrie Cain
Arigato minna, şimdi 6-10. bölümleri yayınlıyorum 11. bölüm en kısa zamanda gelir inşallah
Olivia'nın, Marisa Scarlet olduğunu hatırlatmak isterim
Spoiler:
Bölüm 6: Yeni Arkadaşlar
"Efendim, Quidditch nedir?"
"Ah, bunu sana anlatmayı unuttum. Oysa çok önemlidir. Çok da eğlenceli. Neyse. Quidditch, en popüler büyücü sporudur. Uçan süpürgeler üzerinde oynanır. Tabi sen uçurursun. Her takımda 7 oyuncu ve 4 top bulunur. Toplar; Quaffle, iki Bludger, ve bir altın Snitch. Oyuncular; bir Tutucu, iki Vurucu, üç Kovalayıcı ve bir Arayıcı. Quaffle diğerlerinden iri bir toptur ve her takımın Kovalayıcıları, bu topu Tutucuların korudukları çemberlerden geçirmeye çalışırlar. Bir geçiş 10 puandır. Vurucular, Bludgerlar ile karşı takımın oyuncularını etkisiz hale getirmeye çalışır. Arayıcı ise, 150 puan değerindeki altın Snitch'i yakalamaya çalışır. Snitch yakalandığı an, oyun biter." Durdu. "Anlatabildim mi?"
Yağmur'un kafası bunca bilgi akışına köprü olmaktan allak bullak olmuştu. Yine de başını evet anlamında salladı.
"Evet, Yağmur, saat yediyi geçmiş. Ben gitsem iyi olacak. Sanırım artık İngilizce'yi iyi konuşabiliyorsun, bunca lafı İngilizce anlatmama rağmen bir şey fark etmedin."
Yağmur durup biraz düşündü. Türkçe düşünmeye gayret etti ve fark etti. Galiba öğretmeninin Dumbledore olması sayesinde düzgün bir aksanı da oluşmuştu. Yabancılar gibi. Artık ismi dışında tuhaf bir şey yoktu. "Evet efendim, teşekkür ederim."
"Ah, önemli değil. Bu, bir öğretmen olarak benim görevim. Yarın buradaki son günün. İnsanlarla ürkmeden konuşmaya çalış. İstediklerini al, kendine yeni kitaplar ve tüy kalemler al mesela. Hogwarts'ta da oldukça geniş bir kütüphanemiz vardır." Dumbledore gülümsedi. "Ne yazık ki, ben şimdi gidiyorum. Hoşçakal."
Yağmur selam verdi ve Dumbledore çıkıp gitti.
* * *
"Ne yapsam, ne yapsam..." diye mırıldanıyordu Yağmur. Şimdiye kadar kendine bir Renkten-Renge Mürekkep ve koca bir kutu kaliteli tüy kalem almıştı, parşömenler de tomar tomardı. Ama bunlar şaşırtıcı derecede ucuzdu ve hiç para harcamamış gibiydi. Dondurmacıya oturdu ve hafiften serinlemeye başlayan günlere rağmen bir Şoko-Fındıklı sundae yedi. Yerinden kalktığında, Kaliteli Quidditch Malzemeleri dükkanına gitmeye karar vermişti.
Dükkana girdi, kimsenin dikkatini çekmemişti. İçerisi yine dopdoluydu. Önceki günlerde baykuş dükkanında gördüğü çocuğu ve ikizini yine gördü. Vitrindeki süpürgeye hayran gözlerle bakıyorlardı. Aralarında konuşuyorlardı. "... dostum, bununla rüzgar gibi uçarsın. Bu dünyanın en hızlı süpürgesi, Nimbus 2000! Sopa değil!" Bu son kelimelerin Türkiye'de kullandıkları "boru değil" sözüne eşdeğer olduğunu düşündü.
Anneleri yanına geldi ve çocuklara, "Asanızı Galleonunuza göre sallamayı öğrenmelisiniz." dedi. Yağmur'un güleceği çıktı. "Ayağını yorganına göre uzat" değil miydi o? diye düşündü.
Ama dükkandan çok hoşlanmıştı. Kalabalık yüzünden küçük gibi görünüyordu ama aslında epey genişti. Alçak tavana ipler bağlanmıştı ve minyatür süpürgeler sarkıyordu. Ahşap duvarda siyah çerçeveli bir resim gördü, siyah-beyazdı, süpürgenin üzerinde yakışıklı bir delikanlı el sallıyor ve havalı havalı gülümsüyordu. Resim hareketliydi. Yağmur buna hiç şaşırmadı. Dumbledore ona bir keresinde bunu söylemişti.
Epeyce oyalandıktan sonra dükkandan çıktı. Yolun ortasına gelip etrafına bakınırken omzuna biri dokundu. Yağmur sıçrayıp döndü.
Arkasında onun yaşlarında bir kız vardı. Simsiyah uzun saçları ve gri, parlak gözleri vardı. Beyaz tenliydi, çıkık elmacık kemikleri, yuvarlak bir çenesi vardı. Çok güzel bir kızdı. Kolunun altında Yağmur'un daha önce aldığı kitaplar duruyordu.
"Merhaba," dedi kız. Sevecen birine benziyordu. "Seni Dumbledore ile gezerken görmüştüm ve ilgim uyandı. Ben Olivia Lively." dedi ve elini uzattı. Yağmur elini sıktı. "Adın ne?" "Iıı, Yağmur Duman. Türk'üm ben, adım tuhaf gelebilir." Yağmur korktuğu şey başına gelecek mi diye korktu.
Ama Olivia mutlulukla gülümsedi. "Türk müsün? Vay canına! Ben sizin tarihinizi çok okudum. Derslerimizde arada isminiz geçiyordu ve araştırdım. Çok harika bir ırk. Eğer İngiliz olarak doğmasaydım, sanırım Türk olmak isterdim! Ayrıca adın da çok güzel. Kulağa çok hoş geliyor." dedi. Yağmur çok mutluydu. Belki de korktuğu gibi olmayacaktı. Bu kız da çok iyi birine benziyordu ve kitaplardan anladığı kadarıyla aynı yaştalardı. Bu harikaydı.
"Ben de senin adını çok beğendim."
Beraber dolaşmaya başladılar. Yağmur Olivia'nın safkan olduğunu öğrendi. Buraya abisiyle gelmişti. Abisi 6. sınıfa başlayacaktı.
"SBD'lerinden epey başarıyla geçti... Annemler onu el üstünde tutuyorlar." dedi Olivia iç çekerek.
"SBD nedir?"
"Sıradan Büyücülük Düzeyi. Hogwarts öğrencileri 5. sınıfta bu sınava giriyorlar ve yeterli notla geçebildikleri derslere 6. sınıfta devam ediyorlar." dedi. "Abimin aldığı 10 ders vardı ve hepsinden geçti. "
"Vay canına."
"Ama bu benim için sıkıntı oluşturuyor. Annemler çok başarı meraklısı ve abim kadar başarılı olamazsam diye korkuyorum." Olivia tekrar iç çekti.
Diagon Yolu'nu beraber defalarca turladılar, Gringotts'un önünden geçtiler, ("Cincüceler hakkında ne düşünüyorsun?") Olivia'nın tüm malzemelerini aldılar, Yağmur taşımasına yardım etti. Olivia'nın eşyalarını odasına bırakmaya gittiklerinde saat akşam 18.30 olmuştu. İkisi de çok acıkmıştı.
"Yemeği abimle yiyelim mi? Onunla tanışmış olursun," dedi Olivia. Yağmur teklifi kabul etti, birileriyle daha arkadaş olmak istiyordu. Aslında Olivia çok ama çok tatlı biriydi, ve görünüşe göre Yağmur'la da düşünceleri uyuşuyordu. Daha iyi bir arkadaş bulamam herhalde, diye düşündü Yağmur. Onun arkadaşlığı Yağmur'a yeterdi, tabi başkalarıyla tanışmak da kötü değildi.
Olivia abisini bulmak için odasına gitti, Yağmur da aldığı tüykalemleri ve diğerlerini odasına koymak için yukarı çıktı. Ruby'e bir baykuş fındığı verdi, sonra aşağı indi.
O geldikten birkaç dakika sonra Olivia ve abisi de geldi. Yağmur onları oturarak bekledi. Abisi kendini tanıttı, Yağmur onun adının Oliver olduğunu öğrendi. Oliver ve Olivia... diye düşündü. Gülümsedi. Birkaç dakika sonra yemekleri geldi, tıkabasa yediler. Sonra da uzun uzun konuştular.
"Oliver, sen hangi binadasın?"
"Hufflepuff."
"Yani çalışmayı seviyorsun?"
"Evet. Zihnimi epeyce meşgul ediyor. Bence zekadan çok çalışmak önemlidir."
Yağmur yüzünü ekşitti. Zeka tanrıçası gibi bir şey olan Rowena Ravenclaw'ın soyundan geliyordu ve bu sözler pek hoşuna gitmemişti.
Olivia bunu anladı. "Ne oldu Yağmur?"
"Yok bir şey." Ravenclaw'a seçilmeden bunu söylerse ve Ravenclaw'a seçilmezse, küçük düşerdi.
Orada, masada epeyce konuştular. Yağmur Oliver'ı sevmişti sevmesine ancak, biraz burnu büyüktü. Onun dışında hoş birine benziyordu. Kardeşi gibi siyah saçlıydı, fakat kahverengi gözleri vardı. Yüzleri de birbirine benziyordu fakat Olivia'nın dudakları daha dolgundu ve burnu daha küçüktü. Hem mecaz anlamda hem gerçekte. Ama Oliver da epey yakışıklıydı hani.
Bir süre sonra Oliver kalkıp gitti ve Olivia ile kaldılar. Onlar da biraz konuşup yatmaya gittiler. Aslında ikisi de uyuyamadı, Çünkü yarının getirecekleri yüzünden çok heyacanlılardı. Söz vermişlerdi, trene beraber bineceklerdi. Yağmur odasına çıkınca Dumbledore'un ona verdiği kocaman Hogwarts bavuluna her şeyini yerleştirdi, küçük sırt çantasını da katlayıp bir köşeye sıkıştırdı. Pijamalarını giydi, Asasını başucuna koydu ve uzandı.
Saatlerce uyuyamadı.
Bölüm 7: Yolculuk
2 saat önce Dumbledore Çatlak Kazan'a gelmişti. Yağmur ve yeni arkadaşı Olivia ile konuşmuştu. Olivia Dumbledore'un ne kadar büyük bir büyücü olduğunu biliyordu ancak hiçbir resmiyetleri olmadığı için yanında rahat sayılırdı. Oliver ise valizini çeke çeke aşağı indiğinde ve Dumbledore'u gördüğünde kızarmış, kekelemiş ve neredeyse hiç konuşmamıştı.
Dumbledore ailesinin Yağmur'u ona emanet ettğini söyleyerek Londra Tren İstastonuna kendi götürmüştü. Ancak hemen gitmişti. Yağmur da yarım saat boyunca gelene geçene bakıp kös kös oturmuştu. Sonunda girişte Olivia ve Oliver'ı görünce sevinçe zıplamıştı.
Beraber kalabalık, buharlı istasyonda 9 ve 10. peronları bulmaya çalıştılar. İtişe kakışa buldular. Hogwarts çağında çocuklar ve aileleri, aynı onların bavullara benzer bavullar taşıyorlardı. Onlar gibi sepet arabaya doldurmuşlardı. Burada beklemeleri gerektiğini düşünen Yağmur, durdu ve etrafına bakınmaya başladı. Olivia onu dürttü. "Neye bakınıyorsun? Hadi, perona beraber geçelim!" dedi. "Ne peronu, ne geçmesi?" "9,3/4 numaralı perona 9 ve 10'un arasındaki duvardan geçilir." dedi Olivia. "Bak izle. Oliver geçiyor." Yağmur izledi.
Oliver duvara doğru yürüdü, yürüdü ve duvarın önüne geldi. Bir nefes aldı ve duvara gitti. Duvarın içinde gözden kayboldu.
Yağmur şaşırsa mı şaşırmasa mı bilemedi. Bunun çok ilginç bir şey olduğu doğruydu, ancak Çatlak Kazan'da geçirdiği günlerden sonra büyüye epey alışmıştı. Oliver konuştu. "Hadi biz aynı anda geçelim." Yağmur başını salladı ve beraber arabalarını iterek koşmaya başladılar. Duvara gelince Yağmur nefesini tuttu. Ancak korktuğu olmadı. Duvarı hava gibi yardılar ve iki saniye karanlıkta kaldılar. Sonra etraf aydınlandı.
Birsürü insanın oradan oraya koşuştuğu bir perondaydılar. Tek bir tren vardı, onun üzerinde de Hogwarts Expressi yazıyordu. Yağmur sırıttı. Kocaman kıpkırmızı trene bakarken resmen kendinden geçmişti. Alaycı bir sesle tekrar dünyaya döndü.
"Vay, vay, vay... Sen Lively'sin değil mi? Artık Bulanıklarla da mı takılıyorsunuz? Babam bana sizin Kanıbozuk olduğunuzu söylemişti... Siz de Weasleyler gibisiniz." dedi bir çocuk pis pis sırıtarak. Yağmur onu daha önce Diagon Yolu'nda gördüğünü hatırladı. Çocuğun beyaza çalan sapsarı saçları, soldun sivri çeneli bir yüzü ve açık mavi gözleri vardı. Önceden onun biraz yakışıklı olduğunu düşünmüştü, ama Oliver'la konuşmasından onun hakkındaki tüm iyi düşünceleri kaybolmuştu.
"Çek git, Malfoy," dedi Oliver. "Seninle uğraşmak istemiyorum şimdi. Keyfimi kaçırma."
"Oooo," diye güldü Malfoy. Ama uzaklaştı.
"Seni sinirlendirmesine izin verme, Yağmur," dedi Olivia. "O salağın teki."
"Beni sinirlendirmesi gereken bir şey mi söyledi?"
"Ee, evet, şey, Bulanık dedi, duymadın mı?"
"Duydum da anlamını bilmiyordum..."
"Bulanık, muggle doğumlulara verilen çirkin bir addır, kirli kan demektir."
Yağmur gözlerini kıstı, Malfoy'un gittiği yere bakarken yüzünde bir düşmanlık belirdi.
"Aman diyeyim Yağmur, boşver. O ve ailesi yüzyıllardır safkan oldukları için kafayı bozmuşlar. Herkese sataşır o." dedi Oliver. Yağmur başını salladı ama kızgındı.
"Neysee," deedi Olivia neşeyle. "Unut gitsin. Epey vakit geçirdik. Trenin kalkmasına on dakika kaldı. Hadi binelim."
Trene doğru ilerlerken Oliver, "Ben arkadaşlarıma söz vermiştim, onlarla oturacağım. Ama arada bir ne yaptığınıza bakmaya gelirim. Malfoy yine gelirse hiç sataşmayın, tamam mı?" dedi. İkisi de başını salladı.
Trenin yarısından çoğu doluydu. En arkalarda boş bir kompartıman buldular. Yağmur kompartımanlardan birinde simsiyah saçlı, gözlüklü bir çocuk ve kızıl saçlı, çilli bir çocuk gördü.
Yerlerine geçip oturdular ve koltukların rahatlığı hakkında konuşmaya başladılar. Koltukların yumuşaklığı hakkında o kadar çok konuşup saçmaladılar ki, kahverengi, çalı gibi saçlı bir kız kompartımanın kapısını açtığında kahkahalarla gülüyorlardı. Kızın epey iri ön dişleri vardı ama çok güzel bir yüzü vardı.Onları öyle gülerken görünce minicik burnunu kırıştırdı ve içeri geçti. Pat diye oturdu.
"Neville adında bir çocuğun kurbağası kayıp. Gördünüz mü?" İkisi de başını hayır anlamında sallayınca konuşmaya devam etti. "Ben Hermione Granger. Ve siz..."
"Olivia Lively."
"Yağmur Duman." dedi Yağmur.
"Vay canına, Yağmur, Türk müsün sen?" dedi Hermione heyecanla. Yağmur evet anlamında başını salladı. "Peki nasıl bu kadar düzgün konuşuyorsun?" "Bana İngilizceyi Dumbledore öğretti." dedi Yağmur. Olivia atıldı. "Onunla günlerce gezdiler, görsen, onun torunu gibi!" Yağmur hayretle Olivia'ya baktı. Onun böyle düşündüğünü hiç düşünmemişti.
"Yani, Hogwarts'ın müdürü Profesör Albus Percival Wulfric Brian Dumbledore mu? Vay be!"
Yağmur içini çekti. "Evet."
Hermione bir sürü soru sordu ve gerekli gereksiz bir sürü şey anlattı. Yağmur bir ara Oliver'ı kapının arkasında gördü ama o içeri girmedi. Şöyle bir bakıp gitti.
Hermione görünüşe göre bütün kitapları ezberlemişti. Onlara soluksuz Gryffindor'un, Ravenclaw'ın, Hufflepuff'ın ve Slytherin'in hayatını anlattı. Godric's Hallow diye bir yer olduğunu ve adını Gryffindor'dan aldığını söyledi. Kız tam bir kitap gibiydi.
Bir kaç saat sonra kalkıp gitti. Olivia ve Yağmur birbirine bakıp sırıttılar.
"O neydi öööle yaa..."
"Fırtına gibiydi, hiç susmadı..."
Buna rağmen kızı sevmişlerdi.
Bölüm 8: Tanışma
"Şeker... Şeker isteyen var mı?... Şekeeeeeeer..."
Yaşlı, yorgun, genizden gelen bir kadın sesiydi bu. Yağmur kafasını kompartımanın dışına çıkardı ve koridorda ilerleyen şişman, kısa boylu, yamalı cübbeli bir kadın gördü. Kadın bir yemek arabasını itekliyordu, arabanın üstü tıkabasa doluydu. Birden karnı acıkan Yağmur;
"Bence yiyecek bir şeyler alalım." dedi. Olivia yanına geldi. Yemekleri görünce elini karnına götürdü. "Yaşasın. Karnımda açlık senfonisi başlamıştı."
Kadından birkaç kazan pastası, birkaç çikolatalı kurbağa ve kucaklarını dolduracak kadar Berty Bott'ın Binbir Çeşit Fasulye Şekerlemesi alıp oturdular. En son şekerleme yediler. Olivia'nın şansı yüzüne güldü ve en kötü tadı biber olan şekerlemeler yedi. Ancak Yağmur'a plastik terlik tadında çıktı ve az daha kusuyordu. Olivia sırıttı.
"Olivia, sence sen hangi binaya girersin?"
"Aslında bilemiyorum. Genelde aile üyeleri aynı binaya girer ama farklı olmaları görülmemiş şey değil. Ben Hufflepuff'ta olmak istemiyorum. Bence zeka çalışmaktan daha önemli." Son bölümde sesini azaltmıştı.
"Bence de. Ben Ravenclaw'a girebilirim sanırım."
"Umarım ben de girerim... Aynı binada olursak ne kadar güzel olurdu!"
Konuştular, konuştular. Bütün ihtimallere baktılar. Farklı binalarda olurlarsa ne yapacaklarını bile ayarladılar. Konuşmaları Oliver gelene kadar sürdü.
"Selam. N'apıyorsunuz?"
"Konuşuyoruz işte."
"Malfoy sizi rahatsız etti mi?"
"Hele bi’ denesin bakalım..." Bunu Yağmur söylemişti. Hepsi güldü.
Oliver ciddileşti. "Aman diyeyim, sakın düelloya falan girmeyin haa... en azından Hogwarts'ta nasıl yapıldığını öğrenene kadar."
"O kadar aklımız var, abi."
"Ben uyarayım da... Neyse görüşürüz. 2 saat sonra falan varıyoruz herhalde." Bir yandan da saatini kontrol etmişti.
"Tamam tamam."
"Hoşçakal Oliver."
"Hey, Hogwarts'ı görebiliyorum! Vay be!"
"Uuuuu..."
Hogwarts'ın görkemiyle ilk karşılaşmalarıydı bu.
"Ayy, bana bir şeyler oluyor..." dedi Olivia yüzünü yelleyerek. Yağmur güldü.
Birkaç dakika boyunca ağızları açık Hogwarts'a baktılar. Sonunda Olivia ayıldı ve, "Hadi! Daha üstümüzü değiştirmedik!" dedi. "Hogwarts'a bu muggle kıyafetleriyle gidemeyiz herhalde."
Yarı karanlık kompartımanda giyindiler. Birkaç dakika sonra ışıklar tekrar yandı. Yağmur kompartımandan dışarı baktığında herkesin onlar gibi giyindiğini gördü. Malfoy'un sarı kafasının arkasını gördü ve birden öfkelendi. Siyah saçlı, yemyeşil gözlü, yuvarlak gözlükleri olan bir çocukla konuşuyordu. Yine zorbalık mı yapıyor yoksa, diye düşündü ve duymak için oraya doğru yürüdü. Malfoy'un arkasında durdu.
Siyah saçlı çocuğun yanında şirin görünüşlü, kıpkızıl saçlı, çilli, mavi gözlü bir çocuk vardı. Malfoy'a nefretle bakıyordu. Siyah saçlı çocuğun yüzünde ise ifade yoktu. Malfoy çocuğa elini uzattı. Yağmur şaşırdı.
"...eğer istersen, sana yardımcı olabilirim." Yağmur şok geçirdi.
Ama siyah saçlı çocuk Malfoy'un elini sıkmadı. "Arkadaşlarımı kendim seçebilirim, sağol." dedi soğuk soğuk. Malfoy bir saniye durakladı, sonra pat diye arkasına döndü. Arkasında Yağmur'u gördü. Zehir gibi baktı, "Bulanık," diye fısıldadı ve hızla yürüyüp gitti.
"Vay pislik..." Olivia yanında belirmişti. Siyah saçlı çocuğa baktı. Nefesini tuttu. "Sen..."
"Sana ne dedi?" diye sordu kızıl çocuk.
"Boşver..." dedi Yağmur.
"Bunun sorunu ne?" dedi gözlüklü olan.
"Boşveğ, Hağğy. Malfoy hep öyle işte."
Olivia," Harry..." diye fısıldadı.
Yağmur hışımla döndü. "N'oluyo?"
"Yağmur... Bu Harry Potter."
"Harry Potter... Hani şu... Voldemort'tan kurtulan mı?"
Birden herkes sustu. Yağmur nedenini anlamak için etrafına bakındı. Kızıl çocuk şaşkın bakıyordu, Harry ise kaşlarını çatmıştı. "Ona neden Voldemort diyorsun?"
"Ee... Adı bu değil mi?"
"Öyle de... Herkes ona Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen diyor."
"Eh, ben demiyorum. N'olmuş?"
"Yok..." Harry tereddüt etti. "Açıkçası sevindim. Herkes ondan ölesiye korkuyor... Ben kim olduğunu bile doğru düzgün bilmiyorum."
Yağmur güldü. Olivia ona tuhaf tuhaf baktı. "Yağmur, Harry Potter ile konuştuğunun farkında mısın?" Kaşlarını çattı. "Sağ kalan çocukla!"
"O da insan. Konuşması çok doğal."
"Tamam da... Biz büyücü çocukları onun efsaneleriyle büyüdük. Şimdi senin böyle rahat konuşman tuhaf geldi... Neyse. Selam Harry. Ben Olivia Lively." Yağmur'u dürttü. "Adını söyle!" diye fısıldadı.
"Ah, şey... Ben Yağmur."
"Yağmur mu? Adın çok tuhaf."
"Şey, evet.." Yağmur birden sıkılıverdi. "Ben Türk'üm de ondan."
Harry gülümsedi. "Derslerde adınızı duymuştum."
"Ne güzel."
Kızıl çocuk, "Ben de Ğon Weasley."
"Weasley.. Weasley... Şu Malfoy'un bahsettiği Kan- Ah!" Olivia sert bir dirsek atmıştı. "Söylenir mi hiç? Deli misin sen?"
"Boş bulundum..." Kaburgalarını sıvazladı. Acımıştı.
"Neyse..." Harry elini uzattı. Yağmur elini sıktı, sonra Olivia ile tokalaştılar. Yağmur Ron'a da elini uzattı. Ron konuşmalarda hep ikinci planda kalmıştı, Yağmur olsaydı bundan nefret ederdi. Elini sıktı. Ron'un suratı tanıdıktı... Şeye benziyordu...
"Ron, senin ikiz kardeşlerin var mı?"
"Eee, evet, neğden biliyoğsun?"
"Diagon Yolu'nda onları görmüştüm, yüzün tanıdık geldi de."
"Ha.."
Olivia konuştu. "Artık çantalarımızı falan alalım, baksanıza inmek üzereyiz."
"Tamam.."
Yağmur şu efsanevi Harry Potter ile tanışmıştı. Kendine heyecanlı olması gerektiğini söylüyor, ancak heyecanlanamıyordu. O da onun yaşında bir çocuktu. Tek farkı, kaderiydi. Belki de iyi arkadaş oluruz... diye düşündü.
Bölüm 9: Hogwarts
"Ya ittirmesene iniyorum!"
"Of ayağıma bastın!"
Yağmur yabancı ülkelerde biraz daha medeni olunacağını düşünmüştü. İnsanların bir yere girip çıkarken birbirlerini yememesi gibi. Ama yanılmıştı. Hogwarts Express'inden inen çocuklar, belki sabırsızlandıklarından, resmen birbirlerinin üstüne basıyorlardı. Yağmur Türkiye'deyken üç bin kişilik bir okulda okuduğundan buna fena halde alışıktı. Hemen kendine sıyrılacak bir yeri bulmuş ve serin geceye doğru kapıdan süzülmüştü.
Üstünü başını silkeledi. Köy gibi bir yerdelerdi. Hogwarts'ı hemen göremedi. Tek gördüğü, ara sıra yıldızlar gibi yanıp sönen ışıklardı. Sis içinde kalmıştı Hogwarts. Kocaman, dev gibi, cidden büyük bir adam, çocuklara önderlik ediyordu. Kocaman sevecen bir suratı vardı. Suratının yarısını kapkara gür sakalları ve saçları kaplamıştı ama böcek gibi siyah, boncuk boncuk gözlerinin parıltısı seçiliyordu. Üzerinde eski püskü, kahverengi deri kıyafetler vardı ama derinin de deriliği kalmamıştı. Çöp kovası kapağı büyüklüğünde eliyle çocukları bir düzene sokmaya çalışıyordu.
"E hadi... Hadi... Ohoo... Naber Harry!?" diye kükredi Harry'i görünce.
Harry'nin yüzü aydınlandı. "Selam Hagrid!" Demek adı Hagrid'di.
"Birinci sınıflar, kayıklara!"
"Kayık mı-"
"Orada." Hagrid kocaman, güdük parmaklı eliyle köyün hemen dışındaki gölün kıyısını işaret ediyordu.
Kapkara sular pek davetkar değildi ama kayıklar çok şirin görünüyordu. En fazla 3-4 çocuk alacak kadar büyüklerdi. Yağmur ve Olivia bir tanesine hamle etti. Aynı anda Harry ve Ron da gelmişti. Önce kızlar oturdu, sonra diğerleri. Ron kayıktaki meşaleyi tuttu.
Bütün çocuklar kayıkları doldurmuştu ve kayıklar tam gelmişti. Son çocuk da güvenli bir şekilde oturur oturmaz kayıklar büyülü bir şekilde yavaşça hareket ettiler. Yağmur sevinçle güldü.
Işıl ışıl suda kayarak giderken, Hogwarts yavaş yavaş seçilmeye başladı. Böyle sislerin içinden görülmesi çok daha gizemli bir hava katmıştı. Gece gece görülebildiği kadarıyla Hogwarts eski taşlardan yapılmıştı, yüksek burçları vardı. Yağmur'un daha önce titreşen yıldızlar gibi gördüğü şeyler ise meşale alevleriydi. Kalenin her yeri meşalelerle aydınlanmıştı. Renkli camların arkasından da ışıklar geliyordu. Dış duvarlarda bile goblinler ve çeşitli sanatsal şeyler asılıydı.
Yağmur daha önce hiç bu kadar güzel bir şey görmediğini düşündü.
Etrafına bakındı ve bütün çocukların ne hale geldiğini gördü. Çoğu sarhoş gibi bakıyordu ve ağızlarının suyu akmak üzereydi. Ama hepsinin yüzünde saf mutluluğun izleri vardı. Yağmur Malfoy'un yüzünde de mutluluğu gördü ve ister istemez sevindi. Demek ki kötülerin içinde de biraz iyilik vardı.
Kıyıya geldiler ve kayıklardan indiler. Tekrar sıra oldular, bu sefer Yağmur ve Olivia önlere yakındılar. Hogwarts'ın koca duvarlarının arasında kalan heybetli demir kapıdan geçtiler. Yağmur, "Kapısı bile güzel." diye düşündü.
Merdivenleri çıktılar ve asıl kapıya geldiler. Orada pis mi pis, Hagrid'den bile eski giyinmiş, naftalin kokan, tıraşsız ve suratı çökük bir adam gördüler. Tipsizin tekiydi. Onlara pis pis sırıtarak baktı. Bir yandan da kucağındaki kırmızı gözlü kediyi okşuyordu. "Hagrid.. Demek bu çömezleri getirdin ha... Gelecekleri varsa görecekleri de var, haha..."
"Kes sesini, Argus!" Hagrid ürkütücü bir şekilde konuşmuştu. "Siz içeri geçin, orada müdür yardımcısı Profesör Minerva McGonagall var. Ben gidiyorum!" Yine kocaman elini salladı ve uzaklaştı.
Çocuklar içeri girdiler ve kendilerini sıcacık, kocaman bir salonda buldular. Tabii ki, taştandı. Oradan geçtiler ve bir merdivenin başına geldiler. Merdivenin tepesinde, zümrüt yeşili cübbeli, sivri şapkalı, çok katı görünen ve çok yaşlı bir cadıyla karşılaştılar.
"Merhaba birinci sınıflar. Ben, müdür yardımcısı ve Biçim Değiştirme öğretmeni, Minerva McGonagall. Şimdi sizi Büyük Salon'a götüreceğim. Orada Seçmen Şapka'nın yardımıyla, binalara ayrılacaksınız. Bu binalar; Gryffindor, Hufflepuff, Ravenclaw ve..." durup derin bir nefes aldı," Slytherin." Malfoy'un yanındaki çocuğa sırıttığını gördü Yağmur. "Burada kaldığınız sürece bölümünüz aileniz gibi olacak. Başarılarınız için puan kazanacaksınız. Kurallara uymaz iseniz puan kaybedeceksiniz. Yıl sonunda, en çok puanı alan bölüm, Bölüm Kupası'nın kazanacak. Sorusu olan?"
Kimsenin çıtı çıkmadı.
McGonagall'ın ifadesi değişmedi. "Bu taraftan, lütfen."
Bir salona girdiler. Buraya Büyük Salon dendiği kadar vardı hani. Upuzun, kapıya göre dikey yerleştirilmiş dört masa ve görünüşe göre öğretmenlerin oturduğu beşinci bir masa daha vardı. Öğretmen masasında Dumbledore'u gördü. Diğer dört masa, birinci sınıflar hariç tüm öğrenciler tarafından doldurulmuştu. Masaların ortasından ilerlediler. McGonagall önden gitti.
Yağmur, Hermione'nin fısıldadığını duydu. "Bu tavan gerçek değil. Akşam göğü gibi görünmesi için büyü yapılmış. Bunu Hogwarts'ın tarihinde, okumuştum."
Yağmur gökyüzüne baktı ve hayran kaldı. Gece yıldızlar parlıyordu, bulutsuz bir geceydi. Işıl ışıldı, ayrıca mumlar da havada salınıyordu. Yüzlerce mum vardı.
McGonagall öğretmen masasının önündeki tabureye gitti. Taburede eski püskü bir şapka ve bir parşömen tomarı vardı. Parşömeni aldı.
"Şimdi Seçmen Şapka şarkısını söyleyecek. Ve ondan sonra, seçime başlayacağız. Ama ondan önce, Profesör Dumbledore bir kaç kelime söylemek istiyor." Bir adım geri çekildi.
Dumbledore ayağa kalktı. "Dönem başlamadan önce, söylemek istediğim bir kaç uyarı var. Birinci sınıflar, not alın. Karanlık orman, kesinlikle bütün öğrencilere yasaktır." O konuşurken sakalı sallanıyordu. "Ayrıca hadememiz, Bay Filch," kapının önünde duran Argus'u gösterdi, "size şunu hatırlatmamı istedi. Sağ kanattaki üçücü kat koridoru, acı çekerek ölmek istemeyen bütün öğrenciler için yasaktır. Teşekkür ederim." Çocuklar hepten sersemledi.
McGonagall tekrar konuştu. "Ve şimdi, Seçmen Şapka."
Seçmen Şapkanın ön tarafında ağız gibi bir yarık belirdi ve konuşmaya başladı.
Bu şapka, dersiniz, çirkin mi çirkin!
Ama öyle hemen karar vermeyin.
Toz olurum varsa benden güzeli,
Eşsizim kendimi bildim bileli.
Ne kasket dinlerim ne de silindir,
Şampiyonluk kaçmaz, hep bana gelir.
Hogwarts okulunda Seçmen Şapka'yım,
Her gün, her ay, her yıl başka başkayım.
Karşımda şöyle bir ürperin biraz
Dünyada hiçbir şey gözümden kaçmaz.
Eğer geçirirsen beni başına
Gideceğin yen söylerim sana.
Seni Gryffindor'a yollarım belki,
Zamanla olursun aslanın teki,
Yiğittir orada kalan çocuklar,
Hepsinin yüreği, nah, mangal kadar.
Belki de düşersin Hufflepuff'a
Haksızlığı hemen kaldırıp rafa
Adalet uğruna savaş verirsin
Her yere mutluluk götürmek için.
Ravenclaw kısmetin belki,
Oradakilerin hiç çıkmaz sesi,
Mantıktır onlarca önemli olan,
Öyle kurtulurlar tüm sorunlardan.
Düşersin belki de Slytherin'e sen,
Bir başkadır sanki oraya giden,
Amaçları için neler yapmazlar
Açıklasam bitmez sabaha kadar.
Giy kafana beni! Çekinme sakın!
Birinci koşul bu: Korkmayacaksın!
Hiç kimseye gelmez kötülük benden,
Şapkalar içinde en uysalım ben.
Tüm öğrenciler şiddetle alkışladı, birinci sınıflar ise uyuşmuş görünüyordu. McGonagall ilerledi ve parşömeni açtı. "Şimdi adını okuduklarım buraya gelecek, tabureye oturacak ve şapkayı giyecek. Seçildiğinde ise bina masasına oturacak. Başlıyorum.
Salon sus pustu.
"Granger, Hermione!"
Hermione bacakları hafiften titreyerek çıktı, kendini sakinleştirmeye çalışıyor gibiydi. Gidip oturdu, McGonagall şapkayı başına koydu. Şapka anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı ve sonunda, "Gryffindor!" diye bağırdı. Gryffindor'lular delicesine alkışladı ve Hermione mutlulukla gidip oturdu.
"Bones, Susan!" Hufflepuff.
"Malfoy, Draco!"
Draco resmen koşarak gitti, Seçmen Şapka daha başına değmeden, "Slytherin!" diye bağırdı.
"Finnigan, Seamus!" Gryffindor.
Birçok kişi geçti, bina sayıları genelde başa baş gidiyordu. Sonunda..
"Weasley, Ronald!"
Ron cidden ürkmüş görünüyordu. Yağmur'un aklına Türkçe bir tabir geldi ve gülmesini zor tuttu... "Yusuf yusuf."
Ama Ron düşmeden şaşmadan tabureye oturdu, çilleri epeyce belirginleşmişti. Şapkayı giydi.
"Hah! Bir Weasley daha! Seni nereye koyacağımı biliyorum! Gryffindor!"
Ron'un yüzünde bariz şekilde rahatlamış bir ifade vardı. Gevşemiş bir şekilde masaya gidip oturdu. Yağmur ikizleri yeniden gördü ve belli belirsiz, "Bastıbacak Ronnie" dediklerini duydu.
Birkaç kişi daha geçti ve "Potter Harry!"
Salon önce sustu, sonra fısıltılarla doldu. "Potter mı dedi? Yok canım!"
Dumbledore bile dikkat kesilmişti.
Harry gitti, şapkayı giydi. Bir süre ses gelmedi. Harry gözlerini sımsıkı yumdu, dudaklarının hareket ettiğini görüyorlar ama bir şey duyamıyorlardı. Orada bir süre oturdu.
Sonra, "Çok zor, çok çok zor... Çok cesur olduğunu görebiliyorum, zekası da fena değil, yetenekli de... O, evet... Ve kendini kanıtlama arzusu... Peki seni n'apıcaz?" Durdu. "Slytherin olmasın, ha? Emin misin? Biliyorsun harika olabilirsin... Her şey burada kafanın içinde... Ve yükselirken, Slytherin'in sana yardım edeceğine hiç şüphe yok!... Hayır mı? Evet... Bu kadar eminsen... Gryffindor!!"
Muazzam bir alkış yükseldi. Kulakları sağır edecek büyüklükte. Öğrentmenlerin çoğu da alkışlıyordu. Harry yüzünde kocaman bir gülümsemeyle Gryffindor masasına gidip Ron'un yanına oturdu.
Ama McGonagall bunları beklemedi ve isimleri okumaya devam etti. Bir süre sonra sıra Yağmur'a geldi. Yağmur içinde dalgalanan bir heyecanla McGonagall'ın yanına gidip tabureye oturdu. Kadın şapkayı başına geçirdi.
Yağmur şapkanın konuştuğunu duyuyordu fakat başkaları da duyuyor mu emin değildi. "Hm... demek sen Rowena'da geliyorsun... Çok, çok zeki olduğunu görebiliyorum.. Bu yaşta ne zeka... Hatta.. Rowena kadar zeki olabilirsin... Ama sen... bir şeyi başarmak istediğinde yolunda kimse duramaz. Slytherin olabilir mi... olabilir mi..."
Yağmur dehşete düştü. "Hayır, hayır hayır. Lütfen Slytherin olmaz. Herkes oradan nefret ediyor, ben de. Ve Malfoy orada. Buna katlanamam." Bunları içinden geçirmişti ama şapka onu duymuş gibiydi. "Slytherin sana çok uygun, ancak Ravenclaw da öyle. Bakalım zeka mı, kararlılık mı daha baskın..." Yağmur gözlerini sımsıkı yumdu. Ya Slytherin derse? O zaman ne yapardı?
"Sanırım... sanırım soyun Slytherin'de pek hoş karşılanmaz ve zarar görürsün... Hm... Hm... Ravenclaw!"
Yağmur öyle bir oh çekti ki Olivia ona döndü. Ravenclaw'dakiler sevinçle bağırıyorlardı. Yağmur da sevinçle bağırmamak için kendini zor tuttu. Gidip yeni ailesinin yanına oturdu ve birkaç kişiyle el sıkıştı. Sonra Olivia'yı izlemek için döndü.
Yağmur'dan hemen sonra Olivia'nın adı okunmuştu. Olivia korkmamış ancak fena heyecanlanmıştı. Seke seke tabureye gitti ve pat diye oturdu. Şapkayı giydi.
Şapka kafasında birkaç saniye durdu. Şapkadan birkaç homurtu yükseldi ve Olivia gülümsedi. Sonra şapka "Ravenclaw!" diye bağırdı.
Yağmur sevinçle ayağa zıpladı ve bağırdı. Olivia neredeyse koşarak yanına geldi ve sarıldılar. Sonra oturdular.
Olivia son seçilenlerden biriydi ve ziyafet başlamak üzereydi. Artık boş tabaklara aç gözlerle bakıyorlardı. Dumbledore ayağa kalktı ve "Yumulun!" dedi. Masalar bir anda tavuklar, biftekler, rostolar, patates kızartmaları ve çeşitli mezelerle doldu. Tüm çocukların gözleri ışıldıyordu. Yağmur'un annesi her zaman çok güzel yemekler yapardı, orta halli olmalarına rağmen yaratıcılığını konuştururdu. Ancak Yağmur böylesini hiç görmemişti. Hemen pofuduk, susamlı ekmeklere ve nar gibi kızarmış bir hindiye daldı.
Bir yandan da düşünüyordu. Acaba Slytherin'e girseydi ne olurdu diye. Herhalde hayatı çekilmez olurdu. Hele Malfoy'la aynı binada olmak...
Düşünceleri kafasından attı. O Ravenclaw'daydı ve başka bir şey önemli değildi!
Bölüm 10
"Hey," dedi Olivia. "Yemeyi bırakıp bir bakmayı düşünüyor musun?"
"Bırrrdan" dedi Yağmur dolu ağzıyla. Sonra yutkundu. "Pardon, neyden bahsediyordun?"
"Diyorum ki, burada bir sürü yakışıklı çocuk var! Cennete düştük diyorum..." Yağmur güldü.
"Bizim bina başkanımız kim?"
"Yaa ben de bilmiyorum."
Yandaki bir üçüncü sınıf öğrencisi atıldı. "Tılsım öğretmeni Profesör Filius Flitwick bizim bina başkanımızdır."
"Ha..." Yağmur öğretmen masasına baktı. "Hangisi?"
Yine aynı çocuk cevap verdi. Kahverengi saçtı, siyah gözlü, düz burunlu bir çocuktu. Elini hafifçe kaldırıp işaret etti. "Bak işte orada, bize göre soldan ikinci sandalyede oturuyor. Yastıkların üzerinde oturuyor çünkü çok ufak tefek. Sizlerin bile beline zor gelir herhalde." Sonra onlara hafiften küçümsemeyle baktı.
Yağmur adamı dikkatle inceledi. Acaba bir cincüce miydi? Ama onların yüzündeki o kana susamış ifade Profesör Flitwick'in yüzünde yoktu. Suratı kırışıklarla dolu, ancak sevimliydi. Onun sağında oturan Hagrid'i gördü. Hala yiyordu ve Flitwick'in yanında olduğundan daha kocaman görünüyordu.
Az sonra önlerindeki didiklenmiş, bazıları boş tabaklar gitti ve yerine pudingler, meyveli çikolatalı türlü türlü pastalar, balkabağı turtaları ve Yağmur'un bilip bilmediği binbir çeşit tatlı geldi. Yağmur dondurmalı profeterole benzeyen şeyle koca tabağını aldığı kadar doldurdu. Eğer böyle yemeğe devam ederse bir haftada yüz kilo olurdu. Olivia'nın önündeki her şeyi çikolatalı pastayı görünce koca bir dilim de ondan yedi. Olivia onun bu haline yüksek sesle güldü.
Çok eğleniyordu eğlenmesine, ama bir eksiklik de hissediyordu. Bunun ne olduğunu düşündü ve cevabı bir ara Hufflepuff masasında oturan Oliver'ı görünce buldu. Ailesini özlemişti. Yatakhaneye çıkar çıkmaz onlara yazmaya karar verdi. Zaten uzun zamandır Türkçe konuşmuyordu, bu ona iyi gelirdi.
Bu fikirle neşenelen Yağmur, bundan sonra zamanın nasıl geçtiğini anlamadı. Dumbledore ayağa kalktı ve yatağa gitme vaktinin geldiğini bildirdi. Mutlulukla ayağa kalktılar ve Olivia'yla ikisi, yatakhanelerine gitmekte olan yaklaşık 200 Ravenclaw'ın peşine takıldılar.
Yağmur resmen zor yürüyordu çünkü çok şişmişti. Ağır, kocaman taş merdivenlerden çıktılar ve hareket eden tabloların yanından geçtiler. Ara sıra tablolar onları selamlayıp konuşuyordu. Birkaç kat çıktılar ve bir kapıya ulaştılar. Ne kapı kolu vardı ne anahtar deliği; sadece tahtadan geniş bir yüzey ve kartal biçiminde bronz bir tokmak vardı.
En önde olan sınıf başkanı elini uzattı ve kapıyı bir kez çaldı. Kartalın gagası anında açıldı ve ötmedi. Melodik bir sesle konuştu.
"Hangisi daha önce gelmiştir, anka kuşu mu yoksa alev mi?"
Sınıf başkanı konuştu. "1. sınıflar, Ravenclaw'ın öğrencileri olduğumuzu anlayabilmek için bu kapı bize zeka gerektiren bir soru sorar. Doğru cevaplarsanız geçersiniz. Yanlış cevaplarsanız biri gelip soruyu bilene kadar beklersiniz. Anladınız mı?"
Herkes başını salladı. Sınıf başkanı biraz bekleyip düşündü. Sonra dikkatle konuştu. "Bir çemberin başlangıcı yoktur."
"İyi mantık yürüttün," dedi kartal var kapı geriye savrularak açıldı.
Bomboş Ravenclaw ortak salonu çok geniş, daire biçiminde ve çok ferah bir odaydı. Simertrik şekilde dizilmiş, zarif, kemerli pencereler ve mavi-bronz perdeler asılıydı. Tavan kubbeliydi ve yıldızlar vardı. Yerdeki gece mavisi halıda da yıldızlar vardı ve çok hoş görünüyordu. Masalar, koltuklar, kitaplıklar vardı. Yağmur oyuğun birinde beyaz mermerden yüksek bir heykel gördü.
Yağmur onun asil görünüşünden, heykeldeki kadının Rowena Ravenclaw olduğunu anlamıştı. Başının tepesinde bir taç vardı. Çok zarifti.
Sınıf başkanı 1. sınıflara hitaben, "Bu, Rowena Ravenclaw. Başındaki taç da, efsanevi Kayıp Diadem. Takanın zekasını artırdığı söylenir."
Yağmur heykele yaklaştı ve diademin içine yazılan minicik kelimeleri zorlukla gördü. "Sınır tanımayan bir zeka, en büyük hediyedir insana."
Olivia'ya döndü. "Bunu Oliver'a okutman lazım," dedi gülerek. O da güldü.
Herkes kendi işine bakıyordu. İkisi de kızlar yatakhanesine çıktılar. Burası da mavi-bronz tonlarında çok ferah bir odaydı. Ranzaların direkleri ışıl ışıl bronzdandı, nevresimler ise mavi. Yıldızlı halı burada da vardı ama daha büyüktü. Yatakların yanlarında herkesin sandıkları ve evcil hayvanları vardı. Yağmur Ruby'i gördü ve sevindi. Gidip kendini yatağına attı. Annesine yazması gereken bir mektubu olduğunu unutmuştu. Olivia'yla çene çaldılar ve yanyana olan yataklarında uzandılar. Tabi ki yatakhanede başka kızlar da vardı ama Yağmur çok yorgundu ve onlarla arkadaş olacak hali yoktu. Belki yarın konuşurlardı.
Asasını çıkarıp soyundu. Yeşil pijamalarını giydi ve hayatında hiç olmadığı kadar mutlu bir uykuya daldı.
"Efendim, Quidditch nedir?"
"Ah, bunu sana anlatmayı unuttum. Oysa çok önemlidir. Çok da eğlenceli. Neyse. Quidditch, en popüler büyücü sporudur. Uçan süpürgeler üzerinde oynanır. Tabi sen uçurursun. Her takımda 7 oyuncu ve 4 top bulunur. Toplar; Quaffle, iki Bludger, ve bir altın Snitch. Oyuncular; bir Tutucu, iki Vurucu, üç Kovalayıcı ve bir Arayıcı. Quaffle diğerlerinden iri bir toptur ve her takımın Kovalayıcıları, bu topu Tutucuların korudukları çemberlerden geçirmeye çalışırlar. Bir geçiş 10 puandır. Vurucular, Bludgerlar ile karşı takımın oyuncularını etkisiz hale getirmeye çalışır. Arayıcı ise, 150 puan değerindeki altın Snitch'i yakalamaya çalışır. Snitch yakalandığı an, oyun biter." Durdu. "Anlatabildim mi?"
Yağmur'un kafası bunca bilgi akışına köprü olmaktan allak bullak olmuştu. Yine de başını evet anlamında salladı.
"Evet, Yağmur, saat yediyi geçmiş. Ben gitsem iyi olacak. Sanırım artık İngilizce'yi iyi konuşabiliyorsun, bunca lafı İngilizce anlatmama rağmen bir şey fark etmedin."
Yağmur durup biraz düşündü. Türkçe düşünmeye gayret etti ve fark etti. Galiba öğretmeninin Dumbledore olması sayesinde düzgün bir aksanı da oluşmuştu. Yabancılar gibi. Artık ismi dışında tuhaf bir şey yoktu. "Evet efendim, teşekkür ederim."
"Ah, önemli değil. Bu, bir öğretmen olarak benim görevim. Yarın buradaki son günün. İnsanlarla ürkmeden konuşmaya çalış. İstediklerini al, kendine yeni kitaplar ve tüy kalemler al mesela. Hogwarts'ta da oldukça geniş bir kütüphanemiz vardır." Dumbledore gülümsedi. "Ne yazık ki, ben şimdi gidiyorum. Hoşçakal."
Yağmur selam verdi ve Dumbledore çıkıp gitti.
* * *
"Ne yapsam, ne yapsam..." diye mırıldanıyordu Yağmur. Şimdiye kadar kendine bir Renkten-Renge Mürekkep ve koca bir kutu kaliteli tüy kalem almıştı, parşömenler de tomar tomardı. Ama bunlar şaşırtıcı derecede ucuzdu ve hiç para harcamamış gibiydi. Dondurmacıya oturdu ve hafiften serinlemeye başlayan günlere rağmen bir Şoko-Fındıklı sundae yedi. Yerinden kalktığında, Kaliteli Quidditch Malzemeleri dükkanına gitmeye karar vermişti.
Dükkana girdi, kimsenin dikkatini çekmemişti. İçerisi yine dopdoluydu. Önceki günlerde baykuş dükkanında gördüğü çocuğu ve ikizini yine gördü. Vitrindeki süpürgeye hayran gözlerle bakıyorlardı. Aralarında konuşuyorlardı. "... dostum, bununla rüzgar gibi uçarsın. Bu dünyanın en hızlı süpürgesi, Nimbus 2000! Sopa değil!" Bu son kelimelerin Türkiye'de kullandıkları "boru değil" sözüne eşdeğer olduğunu düşündü.
Anneleri yanına geldi ve çocuklara, "Asanızı Galleonunuza göre sallamayı öğrenmelisiniz." dedi. Yağmur'un güleceği çıktı. "Ayağını yorganına göre uzat" değil miydi o? diye düşündü.
Ama dükkandan çok hoşlanmıştı. Kalabalık yüzünden küçük gibi görünüyordu ama aslında epey genişti. Alçak tavana ipler bağlanmıştı ve minyatür süpürgeler sarkıyordu. Ahşap duvarda siyah çerçeveli bir resim gördü, siyah-beyazdı, süpürgenin üzerinde yakışıklı bir delikanlı el sallıyor ve havalı havalı gülümsüyordu. Resim hareketliydi. Yağmur buna hiç şaşırmadı. Dumbledore ona bir keresinde bunu söylemişti.
Epeyce oyalandıktan sonra dükkandan çıktı. Yolun ortasına gelip etrafına bakınırken omzuna biri dokundu. Yağmur sıçrayıp döndü.
Arkasında onun yaşlarında bir kız vardı. Simsiyah uzun saçları ve gri, parlak gözleri vardı. Beyaz tenliydi, çıkık elmacık kemikleri, yuvarlak bir çenesi vardı. Çok güzel bir kızdı. Kolunun altında Yağmur'un daha önce aldığı kitaplar duruyordu.
"Merhaba," dedi kız. Sevecen birine benziyordu. "Seni Dumbledore ile gezerken görmüştüm ve ilgim uyandı. Ben Olivia Lively." dedi ve elini uzattı. Yağmur elini sıktı. "Adın ne?" "Iıı, Yağmur Duman. Türk'üm ben, adım tuhaf gelebilir." Yağmur korktuğu şey başına gelecek mi diye korktu.
Ama Olivia mutlulukla gülümsedi. "Türk müsün? Vay canına! Ben sizin tarihinizi çok okudum. Derslerimizde arada isminiz geçiyordu ve araştırdım. Çok harika bir ırk. Eğer İngiliz olarak doğmasaydım, sanırım Türk olmak isterdim! Ayrıca adın da çok güzel. Kulağa çok hoş geliyor." dedi. Yağmur çok mutluydu. Belki de korktuğu gibi olmayacaktı. Bu kız da çok iyi birine benziyordu ve kitaplardan anladığı kadarıyla aynı yaştalardı. Bu harikaydı.
"Ben de senin adını çok beğendim."
Beraber dolaşmaya başladılar. Yağmur Olivia'nın safkan olduğunu öğrendi. Buraya abisiyle gelmişti. Abisi 6. sınıfa başlayacaktı.
"SBD'lerinden epey başarıyla geçti... Annemler onu el üstünde tutuyorlar." dedi Olivia iç çekerek.
"SBD nedir?"
"Sıradan Büyücülük Düzeyi. Hogwarts öğrencileri 5. sınıfta bu sınava giriyorlar ve yeterli notla geçebildikleri derslere 6. sınıfta devam ediyorlar." dedi. "Abimin aldığı 10 ders vardı ve hepsinden geçti. "
"Vay canına."
"Ama bu benim için sıkıntı oluşturuyor. Annemler çok başarı meraklısı ve abim kadar başarılı olamazsam diye korkuyorum." Olivia tekrar iç çekti.
Diagon Yolu'nu beraber defalarca turladılar, Gringotts'un önünden geçtiler, ("Cincüceler hakkında ne düşünüyorsun?") Olivia'nın tüm malzemelerini aldılar, Yağmur taşımasına yardım etti. Olivia'nın eşyalarını odasına bırakmaya gittiklerinde saat akşam 18.30 olmuştu. İkisi de çok acıkmıştı.
"Yemeği abimle yiyelim mi? Onunla tanışmış olursun," dedi Olivia. Yağmur teklifi kabul etti, birileriyle daha arkadaş olmak istiyordu. Aslında Olivia çok ama çok tatlı biriydi, ve görünüşe göre Yağmur'la da düşünceleri uyuşuyordu. Daha iyi bir arkadaş bulamam herhalde, diye düşündü Yağmur. Onun arkadaşlığı Yağmur'a yeterdi, tabi başkalarıyla tanışmak da kötü değildi.
Olivia abisini bulmak için odasına gitti, Yağmur da aldığı tüykalemleri ve diğerlerini odasına koymak için yukarı çıktı. Ruby'e bir baykuş fındığı verdi, sonra aşağı indi.
O geldikten birkaç dakika sonra Olivia ve abisi de geldi. Yağmur onları oturarak bekledi. Abisi kendini tanıttı, Yağmur onun adının Oliver olduğunu öğrendi. Oliver ve Olivia... diye düşündü. Gülümsedi. Birkaç dakika sonra yemekleri geldi, tıkabasa yediler. Sonra da uzun uzun konuştular.
"Oliver, sen hangi binadasın?"
"Hufflepuff."
"Yani çalışmayı seviyorsun?"
"Evet. Zihnimi epeyce meşgul ediyor. Bence zekadan çok çalışmak önemlidir."
Yağmur yüzünü ekşitti. Zeka tanrıçası gibi bir şey olan Rowena Ravenclaw'ın soyundan geliyordu ve bu sözler pek hoşuna gitmemişti.
Olivia bunu anladı. "Ne oldu Yağmur?"
"Yok bir şey." Ravenclaw'a seçilmeden bunu söylerse ve Ravenclaw'a seçilmezse, küçük düşerdi.
Orada, masada epeyce konuştular. Yağmur Oliver'ı sevmişti sevmesine ancak, biraz burnu büyüktü. Onun dışında hoş birine benziyordu. Kardeşi gibi siyah saçlıydı, fakat kahverengi gözleri vardı. Yüzleri de birbirine benziyordu fakat Olivia'nın dudakları daha dolgundu ve burnu daha küçüktü. Hem mecaz anlamda hem gerçekte. Ama Oliver da epey yakışıklıydı hani.
Bir süre sonra Oliver kalkıp gitti ve Olivia ile kaldılar. Onlar da biraz konuşup yatmaya gittiler. Aslında ikisi de uyuyamadı, Çünkü yarının getirecekleri yüzünden çok heyacanlılardı. Söz vermişlerdi, trene beraber bineceklerdi. Yağmur odasına çıkınca Dumbledore'un ona verdiği kocaman Hogwarts bavuluna her şeyini yerleştirdi, küçük sırt çantasını da katlayıp bir köşeye sıkıştırdı. Pijamalarını giydi, Asasını başucuna koydu ve uzandı.
Saatlerce uyuyamadı.
Bölüm 7: Yolculuk
2 saat önce Dumbledore Çatlak Kazan'a gelmişti. Yağmur ve yeni arkadaşı Olivia ile konuşmuştu. Olivia Dumbledore'un ne kadar büyük bir büyücü olduğunu biliyordu ancak hiçbir resmiyetleri olmadığı için yanında rahat sayılırdı. Oliver ise valizini çeke çeke aşağı indiğinde ve Dumbledore'u gördüğünde kızarmış, kekelemiş ve neredeyse hiç konuşmamıştı.
Dumbledore ailesinin Yağmur'u ona emanet ettğini söyleyerek Londra Tren İstastonuna kendi götürmüştü. Ancak hemen gitmişti. Yağmur da yarım saat boyunca gelene geçene bakıp kös kös oturmuştu. Sonunda girişte Olivia ve Oliver'ı görünce sevinçe zıplamıştı.
Beraber kalabalık, buharlı istasyonda 9 ve 10. peronları bulmaya çalıştılar. İtişe kakışa buldular. Hogwarts çağında çocuklar ve aileleri, aynı onların bavullara benzer bavullar taşıyorlardı. Onlar gibi sepet arabaya doldurmuşlardı. Burada beklemeleri gerektiğini düşünen Yağmur, durdu ve etrafına bakınmaya başladı. Olivia onu dürttü. "Neye bakınıyorsun? Hadi, perona beraber geçelim!" dedi. "Ne peronu, ne geçmesi?" "9,3/4 numaralı perona 9 ve 10'un arasındaki duvardan geçilir." dedi Olivia. "Bak izle. Oliver geçiyor." Yağmur izledi.
Oliver duvara doğru yürüdü, yürüdü ve duvarın önüne geldi. Bir nefes aldı ve duvara gitti. Duvarın içinde gözden kayboldu.
Yağmur şaşırsa mı şaşırmasa mı bilemedi. Bunun çok ilginç bir şey olduğu doğruydu, ancak Çatlak Kazan'da geçirdiği günlerden sonra büyüye epey alışmıştı. Oliver konuştu. "Hadi biz aynı anda geçelim." Yağmur başını salladı ve beraber arabalarını iterek koşmaya başladılar. Duvara gelince Yağmur nefesini tuttu. Ancak korktuğu olmadı. Duvarı hava gibi yardılar ve iki saniye karanlıkta kaldılar. Sonra etraf aydınlandı.
Birsürü insanın oradan oraya koşuştuğu bir perondaydılar. Tek bir tren vardı, onun üzerinde de Hogwarts Expressi yazıyordu. Yağmur sırıttı. Kocaman kıpkırmızı trene bakarken resmen kendinden geçmişti. Alaycı bir sesle tekrar dünyaya döndü.
"Vay, vay, vay... Sen Lively'sin değil mi? Artık Bulanıklarla da mı takılıyorsunuz? Babam bana sizin Kanıbozuk olduğunuzu söylemişti... Siz de Weasleyler gibisiniz." dedi bir çocuk pis pis sırıtarak. Yağmur onu daha önce Diagon Yolu'nda gördüğünü hatırladı. Çocuğun beyaza çalan sapsarı saçları, soldun sivri çeneli bir yüzü ve açık mavi gözleri vardı. Önceden onun biraz yakışıklı olduğunu düşünmüştü, ama Oliver'la konuşmasından onun hakkındaki tüm iyi düşünceleri kaybolmuştu.
"Çek git, Malfoy," dedi Oliver. "Seninle uğraşmak istemiyorum şimdi. Keyfimi kaçırma."
"Oooo," diye güldü Malfoy. Ama uzaklaştı.
"Seni sinirlendirmesine izin verme, Yağmur," dedi Olivia. "O salağın teki."
"Beni sinirlendirmesi gereken bir şey mi söyledi?"
"Ee, evet, şey, Bulanık dedi, duymadın mı?"
"Duydum da anlamını bilmiyordum..."
"Bulanık, muggle doğumlulara verilen çirkin bir addır, kirli kan demektir."
Yağmur gözlerini kıstı, Malfoy'un gittiği yere bakarken yüzünde bir düşmanlık belirdi.
"Aman diyeyim Yağmur, boşver. O ve ailesi yüzyıllardır safkan oldukları için kafayı bozmuşlar. Herkese sataşır o." dedi Oliver. Yağmur başını salladı ama kızgındı.
"Neysee," deedi Olivia neşeyle. "Unut gitsin. Epey vakit geçirdik. Trenin kalkmasına on dakika kaldı. Hadi binelim."
Trene doğru ilerlerken Oliver, "Ben arkadaşlarıma söz vermiştim, onlarla oturacağım. Ama arada bir ne yaptığınıza bakmaya gelirim. Malfoy yine gelirse hiç sataşmayın, tamam mı?" dedi. İkisi de başını salladı.
Trenin yarısından çoğu doluydu. En arkalarda boş bir kompartıman buldular. Yağmur kompartımanlardan birinde simsiyah saçlı, gözlüklü bir çocuk ve kızıl saçlı, çilli bir çocuk gördü.
Yerlerine geçip oturdular ve koltukların rahatlığı hakkında konuşmaya başladılar. Koltukların yumuşaklığı hakkında o kadar çok konuşup saçmaladılar ki, kahverengi, çalı gibi saçlı bir kız kompartımanın kapısını açtığında kahkahalarla gülüyorlardı. Kızın epey iri ön dişleri vardı ama çok güzel bir yüzü vardı.Onları öyle gülerken görünce minicik burnunu kırıştırdı ve içeri geçti. Pat diye oturdu.
"Neville adında bir çocuğun kurbağası kayıp. Gördünüz mü?" İkisi de başını hayır anlamında sallayınca konuşmaya devam etti. "Ben Hermione Granger. Ve siz..."
"Olivia Lively."
"Yağmur Duman." dedi Yağmur.
"Vay canına, Yağmur, Türk müsün sen?" dedi Hermione heyecanla. Yağmur evet anlamında başını salladı. "Peki nasıl bu kadar düzgün konuşuyorsun?" "Bana İngilizceyi Dumbledore öğretti." dedi Yağmur. Olivia atıldı. "Onunla günlerce gezdiler, görsen, onun torunu gibi!" Yağmur hayretle Olivia'ya baktı. Onun böyle düşündüğünü hiç düşünmemişti.
"Yani, Hogwarts'ın müdürü Profesör Albus Percival Wulfric Brian Dumbledore mu? Vay be!"
Yağmur içini çekti. "Evet."
Hermione bir sürü soru sordu ve gerekli gereksiz bir sürü şey anlattı. Yağmur bir ara Oliver'ı kapının arkasında gördü ama o içeri girmedi. Şöyle bir bakıp gitti.
Hermione görünüşe göre bütün kitapları ezberlemişti. Onlara soluksuz Gryffindor'un, Ravenclaw'ın, Hufflepuff'ın ve Slytherin'in hayatını anlattı. Godric's Hallow diye bir yer olduğunu ve adını Gryffindor'dan aldığını söyledi. Kız tam bir kitap gibiydi.
Bir kaç saat sonra kalkıp gitti. Olivia ve Yağmur birbirine bakıp sırıttılar.
"O neydi öööle yaa..."
"Fırtına gibiydi, hiç susmadı..."
Buna rağmen kızı sevmişlerdi.
Bölüm 8: Tanışma
"Şeker... Şeker isteyen var mı?... Şekeeeeeeer..."
Yaşlı, yorgun, genizden gelen bir kadın sesiydi bu. Yağmur kafasını kompartımanın dışına çıkardı ve koridorda ilerleyen şişman, kısa boylu, yamalı cübbeli bir kadın gördü. Kadın bir yemek arabasını itekliyordu, arabanın üstü tıkabasa doluydu. Birden karnı acıkan Yağmur;
"Bence yiyecek bir şeyler alalım." dedi. Olivia yanına geldi. Yemekleri görünce elini karnına götürdü. "Yaşasın. Karnımda açlık senfonisi başlamıştı."
Kadından birkaç kazan pastası, birkaç çikolatalı kurbağa ve kucaklarını dolduracak kadar Berty Bott'ın Binbir Çeşit Fasulye Şekerlemesi alıp oturdular. En son şekerleme yediler. Olivia'nın şansı yüzüne güldü ve en kötü tadı biber olan şekerlemeler yedi. Ancak Yağmur'a plastik terlik tadında çıktı ve az daha kusuyordu. Olivia sırıttı.
"Olivia, sence sen hangi binaya girersin?"
"Aslında bilemiyorum. Genelde aile üyeleri aynı binaya girer ama farklı olmaları görülmemiş şey değil. Ben Hufflepuff'ta olmak istemiyorum. Bence zeka çalışmaktan daha önemli." Son bölümde sesini azaltmıştı.
"Bence de. Ben Ravenclaw'a girebilirim sanırım."
"Umarım ben de girerim... Aynı binada olursak ne kadar güzel olurdu!"
Konuştular, konuştular. Bütün ihtimallere baktılar. Farklı binalarda olurlarsa ne yapacaklarını bile ayarladılar. Konuşmaları Oliver gelene kadar sürdü.
"Selam. N'apıyorsunuz?"
"Konuşuyoruz işte."
"Malfoy sizi rahatsız etti mi?"
"Hele bi’ denesin bakalım..." Bunu Yağmur söylemişti. Hepsi güldü.
Oliver ciddileşti. "Aman diyeyim, sakın düelloya falan girmeyin haa... en azından Hogwarts'ta nasıl yapıldığını öğrenene kadar."
"O kadar aklımız var, abi."
"Ben uyarayım da... Neyse görüşürüz. 2 saat sonra falan varıyoruz herhalde." Bir yandan da saatini kontrol etmişti.
"Tamam tamam."
"Hoşçakal Oliver."
"Hey, Hogwarts'ı görebiliyorum! Vay be!"
"Uuuuu..."
Hogwarts'ın görkemiyle ilk karşılaşmalarıydı bu.
"Ayy, bana bir şeyler oluyor..." dedi Olivia yüzünü yelleyerek. Yağmur güldü.
Birkaç dakika boyunca ağızları açık Hogwarts'a baktılar. Sonunda Olivia ayıldı ve, "Hadi! Daha üstümüzü değiştirmedik!" dedi. "Hogwarts'a bu muggle kıyafetleriyle gidemeyiz herhalde."
Yarı karanlık kompartımanda giyindiler. Birkaç dakika sonra ışıklar tekrar yandı. Yağmur kompartımandan dışarı baktığında herkesin onlar gibi giyindiğini gördü. Malfoy'un sarı kafasının arkasını gördü ve birden öfkelendi. Siyah saçlı, yemyeşil gözlü, yuvarlak gözlükleri olan bir çocukla konuşuyordu. Yine zorbalık mı yapıyor yoksa, diye düşündü ve duymak için oraya doğru yürüdü. Malfoy'un arkasında durdu.
Siyah saçlı çocuğun yanında şirin görünüşlü, kıpkızıl saçlı, çilli, mavi gözlü bir çocuk vardı. Malfoy'a nefretle bakıyordu. Siyah saçlı çocuğun yüzünde ise ifade yoktu. Malfoy çocuğa elini uzattı. Yağmur şaşırdı.
"...eğer istersen, sana yardımcı olabilirim." Yağmur şok geçirdi.
Ama siyah saçlı çocuk Malfoy'un elini sıkmadı. "Arkadaşlarımı kendim seçebilirim, sağol." dedi soğuk soğuk. Malfoy bir saniye durakladı, sonra pat diye arkasına döndü. Arkasında Yağmur'u gördü. Zehir gibi baktı, "Bulanık," diye fısıldadı ve hızla yürüyüp gitti.
"Vay pislik..." Olivia yanında belirmişti. Siyah saçlı çocuğa baktı. Nefesini tuttu. "Sen..."
"Sana ne dedi?" diye sordu kızıl çocuk.
"Boşver..." dedi Yağmur.
"Bunun sorunu ne?" dedi gözlüklü olan.
"Boşveğ, Hağğy. Malfoy hep öyle işte."
Olivia," Harry..." diye fısıldadı.
Yağmur hışımla döndü. "N'oluyo?"
"Yağmur... Bu Harry Potter."
"Harry Potter... Hani şu... Voldemort'tan kurtulan mı?"
Birden herkes sustu. Yağmur nedenini anlamak için etrafına bakındı. Kızıl çocuk şaşkın bakıyordu, Harry ise kaşlarını çatmıştı. "Ona neden Voldemort diyorsun?"
"Ee... Adı bu değil mi?"
"Öyle de... Herkes ona Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen diyor."
"Eh, ben demiyorum. N'olmuş?"
"Yok..." Harry tereddüt etti. "Açıkçası sevindim. Herkes ondan ölesiye korkuyor... Ben kim olduğunu bile doğru düzgün bilmiyorum."
Yağmur güldü. Olivia ona tuhaf tuhaf baktı. "Yağmur, Harry Potter ile konuştuğunun farkında mısın?" Kaşlarını çattı. "Sağ kalan çocukla!"
"O da insan. Konuşması çok doğal."
"Tamam da... Biz büyücü çocukları onun efsaneleriyle büyüdük. Şimdi senin böyle rahat konuşman tuhaf geldi... Neyse. Selam Harry. Ben Olivia Lively." Yağmur'u dürttü. "Adını söyle!" diye fısıldadı.
"Ah, şey... Ben Yağmur."
"Yağmur mu? Adın çok tuhaf."
"Şey, evet.." Yağmur birden sıkılıverdi. "Ben Türk'üm de ondan."
Harry gülümsedi. "Derslerde adınızı duymuştum."
"Ne güzel."
Kızıl çocuk, "Ben de Ğon Weasley."
"Weasley.. Weasley... Şu Malfoy'un bahsettiği Kan- Ah!" Olivia sert bir dirsek atmıştı. "Söylenir mi hiç? Deli misin sen?"
"Boş bulundum..." Kaburgalarını sıvazladı. Acımıştı.
"Neyse..." Harry elini uzattı. Yağmur elini sıktı, sonra Olivia ile tokalaştılar. Yağmur Ron'a da elini uzattı. Ron konuşmalarda hep ikinci planda kalmıştı, Yağmur olsaydı bundan nefret ederdi. Elini sıktı. Ron'un suratı tanıdıktı... Şeye benziyordu...
"Ron, senin ikiz kardeşlerin var mı?"
"Eee, evet, neğden biliyoğsun?"
"Diagon Yolu'nda onları görmüştüm, yüzün tanıdık geldi de."
"Ha.."
Olivia konuştu. "Artık çantalarımızı falan alalım, baksanıza inmek üzereyiz."
"Tamam.."
Yağmur şu efsanevi Harry Potter ile tanışmıştı. Kendine heyecanlı olması gerektiğini söylüyor, ancak heyecanlanamıyordu. O da onun yaşında bir çocuktu. Tek farkı, kaderiydi. Belki de iyi arkadaş oluruz... diye düşündü.
Bölüm 9: Hogwarts
"Ya ittirmesene iniyorum!"
"Of ayağıma bastın!"
Yağmur yabancı ülkelerde biraz daha medeni olunacağını düşünmüştü. İnsanların bir yere girip çıkarken birbirlerini yememesi gibi. Ama yanılmıştı. Hogwarts Express'inden inen çocuklar, belki sabırsızlandıklarından, resmen birbirlerinin üstüne basıyorlardı. Yağmur Türkiye'deyken üç bin kişilik bir okulda okuduğundan buna fena halde alışıktı. Hemen kendine sıyrılacak bir yeri bulmuş ve serin geceye doğru kapıdan süzülmüştü.
Üstünü başını silkeledi. Köy gibi bir yerdelerdi. Hogwarts'ı hemen göremedi. Tek gördüğü, ara sıra yıldızlar gibi yanıp sönen ışıklardı. Sis içinde kalmıştı Hogwarts. Kocaman, dev gibi, cidden büyük bir adam, çocuklara önderlik ediyordu. Kocaman sevecen bir suratı vardı. Suratının yarısını kapkara gür sakalları ve saçları kaplamıştı ama böcek gibi siyah, boncuk boncuk gözlerinin parıltısı seçiliyordu. Üzerinde eski püskü, kahverengi deri kıyafetler vardı ama derinin de deriliği kalmamıştı. Çöp kovası kapağı büyüklüğünde eliyle çocukları bir düzene sokmaya çalışıyordu.
"E hadi... Hadi... Ohoo... Naber Harry!?" diye kükredi Harry'i görünce.
Harry'nin yüzü aydınlandı. "Selam Hagrid!" Demek adı Hagrid'di.
"Birinci sınıflar, kayıklara!"
"Kayık mı-"
"Orada." Hagrid kocaman, güdük parmaklı eliyle köyün hemen dışındaki gölün kıyısını işaret ediyordu.
Kapkara sular pek davetkar değildi ama kayıklar çok şirin görünüyordu. En fazla 3-4 çocuk alacak kadar büyüklerdi. Yağmur ve Olivia bir tanesine hamle etti. Aynı anda Harry ve Ron da gelmişti. Önce kızlar oturdu, sonra diğerleri. Ron kayıktaki meşaleyi tuttu.
Bütün çocuklar kayıkları doldurmuştu ve kayıklar tam gelmişti. Son çocuk da güvenli bir şekilde oturur oturmaz kayıklar büyülü bir şekilde yavaşça hareket ettiler. Yağmur sevinçle güldü.
Işıl ışıl suda kayarak giderken, Hogwarts yavaş yavaş seçilmeye başladı. Böyle sislerin içinden görülmesi çok daha gizemli bir hava katmıştı. Gece gece görülebildiği kadarıyla Hogwarts eski taşlardan yapılmıştı, yüksek burçları vardı. Yağmur'un daha önce titreşen yıldızlar gibi gördüğü şeyler ise meşale alevleriydi. Kalenin her yeri meşalelerle aydınlanmıştı. Renkli camların arkasından da ışıklar geliyordu. Dış duvarlarda bile goblinler ve çeşitli sanatsal şeyler asılıydı.
Yağmur daha önce hiç bu kadar güzel bir şey görmediğini düşündü.
Etrafına bakındı ve bütün çocukların ne hale geldiğini gördü. Çoğu sarhoş gibi bakıyordu ve ağızlarının suyu akmak üzereydi. Ama hepsinin yüzünde saf mutluluğun izleri vardı. Yağmur Malfoy'un yüzünde de mutluluğu gördü ve ister istemez sevindi. Demek ki kötülerin içinde de biraz iyilik vardı.
Kıyıya geldiler ve kayıklardan indiler. Tekrar sıra oldular, bu sefer Yağmur ve Olivia önlere yakındılar. Hogwarts'ın koca duvarlarının arasında kalan heybetli demir kapıdan geçtiler. Yağmur, "Kapısı bile güzel." diye düşündü.
Merdivenleri çıktılar ve asıl kapıya geldiler. Orada pis mi pis, Hagrid'den bile eski giyinmiş, naftalin kokan, tıraşsız ve suratı çökük bir adam gördüler. Tipsizin tekiydi. Onlara pis pis sırıtarak baktı. Bir yandan da kucağındaki kırmızı gözlü kediyi okşuyordu. "Hagrid.. Demek bu çömezleri getirdin ha... Gelecekleri varsa görecekleri de var, haha..."
"Kes sesini, Argus!" Hagrid ürkütücü bir şekilde konuşmuştu. "Siz içeri geçin, orada müdür yardımcısı Profesör Minerva McGonagall var. Ben gidiyorum!" Yine kocaman elini salladı ve uzaklaştı.
Çocuklar içeri girdiler ve kendilerini sıcacık, kocaman bir salonda buldular. Tabii ki, taştandı. Oradan geçtiler ve bir merdivenin başına geldiler. Merdivenin tepesinde, zümrüt yeşili cübbeli, sivri şapkalı, çok katı görünen ve çok yaşlı bir cadıyla karşılaştılar.
"Merhaba birinci sınıflar. Ben, müdür yardımcısı ve Biçim Değiştirme öğretmeni, Minerva McGonagall. Şimdi sizi Büyük Salon'a götüreceğim. Orada Seçmen Şapka'nın yardımıyla, binalara ayrılacaksınız. Bu binalar; Gryffindor, Hufflepuff, Ravenclaw ve..." durup derin bir nefes aldı," Slytherin." Malfoy'un yanındaki çocuğa sırıttığını gördü Yağmur. "Burada kaldığınız sürece bölümünüz aileniz gibi olacak. Başarılarınız için puan kazanacaksınız. Kurallara uymaz iseniz puan kaybedeceksiniz. Yıl sonunda, en çok puanı alan bölüm, Bölüm Kupası'nın kazanacak. Sorusu olan?"
Kimsenin çıtı çıkmadı.
McGonagall'ın ifadesi değişmedi. "Bu taraftan, lütfen."
Bir salona girdiler. Buraya Büyük Salon dendiği kadar vardı hani. Upuzun, kapıya göre dikey yerleştirilmiş dört masa ve görünüşe göre öğretmenlerin oturduğu beşinci bir masa daha vardı. Öğretmen masasında Dumbledore'u gördü. Diğer dört masa, birinci sınıflar hariç tüm öğrenciler tarafından doldurulmuştu. Masaların ortasından ilerlediler. McGonagall önden gitti.
Yağmur, Hermione'nin fısıldadığını duydu. "Bu tavan gerçek değil. Akşam göğü gibi görünmesi için büyü yapılmış. Bunu Hogwarts'ın tarihinde, okumuştum."
Yağmur gökyüzüne baktı ve hayran kaldı. Gece yıldızlar parlıyordu, bulutsuz bir geceydi. Işıl ışıldı, ayrıca mumlar da havada salınıyordu. Yüzlerce mum vardı.
McGonagall öğretmen masasının önündeki tabureye gitti. Taburede eski püskü bir şapka ve bir parşömen tomarı vardı. Parşömeni aldı.
"Şimdi Seçmen Şapka şarkısını söyleyecek. Ve ondan sonra, seçime başlayacağız. Ama ondan önce, Profesör Dumbledore bir kaç kelime söylemek istiyor." Bir adım geri çekildi.
Dumbledore ayağa kalktı. "Dönem başlamadan önce, söylemek istediğim bir kaç uyarı var. Birinci sınıflar, not alın. Karanlık orman, kesinlikle bütün öğrencilere yasaktır." O konuşurken sakalı sallanıyordu. "Ayrıca hadememiz, Bay Filch," kapının önünde duran Argus'u gösterdi, "size şunu hatırlatmamı istedi. Sağ kanattaki üçücü kat koridoru, acı çekerek ölmek istemeyen bütün öğrenciler için yasaktır. Teşekkür ederim." Çocuklar hepten sersemledi.
McGonagall tekrar konuştu. "Ve şimdi, Seçmen Şapka."
Seçmen Şapkanın ön tarafında ağız gibi bir yarık belirdi ve konuşmaya başladı.
Bu şapka, dersiniz, çirkin mi çirkin!
Ama öyle hemen karar vermeyin.
Toz olurum varsa benden güzeli,
Eşsizim kendimi bildim bileli.
Ne kasket dinlerim ne de silindir,
Şampiyonluk kaçmaz, hep bana gelir.
Hogwarts okulunda Seçmen Şapka'yım,
Her gün, her ay, her yıl başka başkayım.
Karşımda şöyle bir ürperin biraz
Dünyada hiçbir şey gözümden kaçmaz.
Eğer geçirirsen beni başına
Gideceğin yen söylerim sana.
Seni Gryffindor'a yollarım belki,
Zamanla olursun aslanın teki,
Yiğittir orada kalan çocuklar,
Hepsinin yüreği, nah, mangal kadar.
Belki de düşersin Hufflepuff'a
Haksızlığı hemen kaldırıp rafa
Adalet uğruna savaş verirsin
Her yere mutluluk götürmek için.
Ravenclaw kısmetin belki,
Oradakilerin hiç çıkmaz sesi,
Mantıktır onlarca önemli olan,
Öyle kurtulurlar tüm sorunlardan.
Düşersin belki de Slytherin'e sen,
Bir başkadır sanki oraya giden,
Amaçları için neler yapmazlar
Açıklasam bitmez sabaha kadar.
Giy kafana beni! Çekinme sakın!
Birinci koşul bu: Korkmayacaksın!
Hiç kimseye gelmez kötülük benden,
Şapkalar içinde en uysalım ben.
Tüm öğrenciler şiddetle alkışladı, birinci sınıflar ise uyuşmuş görünüyordu. McGonagall ilerledi ve parşömeni açtı. "Şimdi adını okuduklarım buraya gelecek, tabureye oturacak ve şapkayı giyecek. Seçildiğinde ise bina masasına oturacak. Başlıyorum.
Salon sus pustu.
"Granger, Hermione!"
Hermione bacakları hafiften titreyerek çıktı, kendini sakinleştirmeye çalışıyor gibiydi. Gidip oturdu, McGonagall şapkayı başına koydu. Şapka anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı ve sonunda, "Gryffindor!" diye bağırdı. Gryffindor'lular delicesine alkışladı ve Hermione mutlulukla gidip oturdu.
"Bones, Susan!" Hufflepuff.
"Malfoy, Draco!"
Draco resmen koşarak gitti, Seçmen Şapka daha başına değmeden, "Slytherin!" diye bağırdı.
"Finnigan, Seamus!" Gryffindor.
Birçok kişi geçti, bina sayıları genelde başa baş gidiyordu. Sonunda..
"Weasley, Ronald!"
Ron cidden ürkmüş görünüyordu. Yağmur'un aklına Türkçe bir tabir geldi ve gülmesini zor tuttu... "Yusuf yusuf."
Ama Ron düşmeden şaşmadan tabureye oturdu, çilleri epeyce belirginleşmişti. Şapkayı giydi.
"Hah! Bir Weasley daha! Seni nereye koyacağımı biliyorum! Gryffindor!"
Ron'un yüzünde bariz şekilde rahatlamış bir ifade vardı. Gevşemiş bir şekilde masaya gidip oturdu. Yağmur ikizleri yeniden gördü ve belli belirsiz, "Bastıbacak Ronnie" dediklerini duydu.
Birkaç kişi daha geçti ve "Potter Harry!"
Salon önce sustu, sonra fısıltılarla doldu. "Potter mı dedi? Yok canım!"
Dumbledore bile dikkat kesilmişti.
Harry gitti, şapkayı giydi. Bir süre ses gelmedi. Harry gözlerini sımsıkı yumdu, dudaklarının hareket ettiğini görüyorlar ama bir şey duyamıyorlardı. Orada bir süre oturdu.
Sonra, "Çok zor, çok çok zor... Çok cesur olduğunu görebiliyorum, zekası da fena değil, yetenekli de... O, evet... Ve kendini kanıtlama arzusu... Peki seni n'apıcaz?" Durdu. "Slytherin olmasın, ha? Emin misin? Biliyorsun harika olabilirsin... Her şey burada kafanın içinde... Ve yükselirken, Slytherin'in sana yardım edeceğine hiç şüphe yok!... Hayır mı? Evet... Bu kadar eminsen... Gryffindor!!"
Muazzam bir alkış yükseldi. Kulakları sağır edecek büyüklükte. Öğrentmenlerin çoğu da alkışlıyordu. Harry yüzünde kocaman bir gülümsemeyle Gryffindor masasına gidip Ron'un yanına oturdu.
Ama McGonagall bunları beklemedi ve isimleri okumaya devam etti. Bir süre sonra sıra Yağmur'a geldi. Yağmur içinde dalgalanan bir heyecanla McGonagall'ın yanına gidip tabureye oturdu. Kadın şapkayı başına geçirdi.
Yağmur şapkanın konuştuğunu duyuyordu fakat başkaları da duyuyor mu emin değildi. "Hm... demek sen Rowena'da geliyorsun... Çok, çok zeki olduğunu görebiliyorum.. Bu yaşta ne zeka... Hatta.. Rowena kadar zeki olabilirsin... Ama sen... bir şeyi başarmak istediğinde yolunda kimse duramaz. Slytherin olabilir mi... olabilir mi..."
Yağmur dehşete düştü. "Hayır, hayır hayır. Lütfen Slytherin olmaz. Herkes oradan nefret ediyor, ben de. Ve Malfoy orada. Buna katlanamam." Bunları içinden geçirmişti ama şapka onu duymuş gibiydi. "Slytherin sana çok uygun, ancak Ravenclaw da öyle. Bakalım zeka mı, kararlılık mı daha baskın..." Yağmur gözlerini sımsıkı yumdu. Ya Slytherin derse? O zaman ne yapardı?
"Sanırım... sanırım soyun Slytherin'de pek hoş karşılanmaz ve zarar görürsün... Hm... Hm... Ravenclaw!"
Yağmur öyle bir oh çekti ki Olivia ona döndü. Ravenclaw'dakiler sevinçle bağırıyorlardı. Yağmur da sevinçle bağırmamak için kendini zor tuttu. Gidip yeni ailesinin yanına oturdu ve birkaç kişiyle el sıkıştı. Sonra Olivia'yı izlemek için döndü.
Yağmur'dan hemen sonra Olivia'nın adı okunmuştu. Olivia korkmamış ancak fena heyecanlanmıştı. Seke seke tabureye gitti ve pat diye oturdu. Şapkayı giydi.
Şapka kafasında birkaç saniye durdu. Şapkadan birkaç homurtu yükseldi ve Olivia gülümsedi. Sonra şapka "Ravenclaw!" diye bağırdı.
Yağmur sevinçle ayağa zıpladı ve bağırdı. Olivia neredeyse koşarak yanına geldi ve sarıldılar. Sonra oturdular.
Olivia son seçilenlerden biriydi ve ziyafet başlamak üzereydi. Artık boş tabaklara aç gözlerle bakıyorlardı. Dumbledore ayağa kalktı ve "Yumulun!" dedi. Masalar bir anda tavuklar, biftekler, rostolar, patates kızartmaları ve çeşitli mezelerle doldu. Tüm çocukların gözleri ışıldıyordu. Yağmur'un annesi her zaman çok güzel yemekler yapardı, orta halli olmalarına rağmen yaratıcılığını konuştururdu. Ancak Yağmur böylesini hiç görmemişti. Hemen pofuduk, susamlı ekmeklere ve nar gibi kızarmış bir hindiye daldı.
Bir yandan da düşünüyordu. Acaba Slytherin'e girseydi ne olurdu diye. Herhalde hayatı çekilmez olurdu. Hele Malfoy'la aynı binada olmak...
Düşünceleri kafasından attı. O Ravenclaw'daydı ve başka bir şey önemli değildi!
Bölüm 10
"Hey," dedi Olivia. "Yemeyi bırakıp bir bakmayı düşünüyor musun?"
"Bırrrdan" dedi Yağmur dolu ağzıyla. Sonra yutkundu. "Pardon, neyden bahsediyordun?"
"Diyorum ki, burada bir sürü yakışıklı çocuk var! Cennete düştük diyorum..." Yağmur güldü.
"Bizim bina başkanımız kim?"
"Yaa ben de bilmiyorum."
Yandaki bir üçüncü sınıf öğrencisi atıldı. "Tılsım öğretmeni Profesör Filius Flitwick bizim bina başkanımızdır."
"Ha..." Yağmur öğretmen masasına baktı. "Hangisi?"
Yine aynı çocuk cevap verdi. Kahverengi saçtı, siyah gözlü, düz burunlu bir çocuktu. Elini hafifçe kaldırıp işaret etti. "Bak işte orada, bize göre soldan ikinci sandalyede oturuyor. Yastıkların üzerinde oturuyor çünkü çok ufak tefek. Sizlerin bile beline zor gelir herhalde." Sonra onlara hafiften küçümsemeyle baktı.
Yağmur adamı dikkatle inceledi. Acaba bir cincüce miydi? Ama onların yüzündeki o kana susamış ifade Profesör Flitwick'in yüzünde yoktu. Suratı kırışıklarla dolu, ancak sevimliydi. Onun sağında oturan Hagrid'i gördü. Hala yiyordu ve Flitwick'in yanında olduğundan daha kocaman görünüyordu.
Az sonra önlerindeki didiklenmiş, bazıları boş tabaklar gitti ve yerine pudingler, meyveli çikolatalı türlü türlü pastalar, balkabağı turtaları ve Yağmur'un bilip bilmediği binbir çeşit tatlı geldi. Yağmur dondurmalı profeterole benzeyen şeyle koca tabağını aldığı kadar doldurdu. Eğer böyle yemeğe devam ederse bir haftada yüz kilo olurdu. Olivia'nın önündeki her şeyi çikolatalı pastayı görünce koca bir dilim de ondan yedi. Olivia onun bu haline yüksek sesle güldü.
Çok eğleniyordu eğlenmesine, ama bir eksiklik de hissediyordu. Bunun ne olduğunu düşündü ve cevabı bir ara Hufflepuff masasında oturan Oliver'ı görünce buldu. Ailesini özlemişti. Yatakhaneye çıkar çıkmaz onlara yazmaya karar verdi. Zaten uzun zamandır Türkçe konuşmuyordu, bu ona iyi gelirdi.
Bu fikirle neşenelen Yağmur, bundan sonra zamanın nasıl geçtiğini anlamadı. Dumbledore ayağa kalktı ve yatağa gitme vaktinin geldiğini bildirdi. Mutlulukla ayağa kalktılar ve Olivia'yla ikisi, yatakhanelerine gitmekte olan yaklaşık 200 Ravenclaw'ın peşine takıldılar.
Yağmur resmen zor yürüyordu çünkü çok şişmişti. Ağır, kocaman taş merdivenlerden çıktılar ve hareket eden tabloların yanından geçtiler. Ara sıra tablolar onları selamlayıp konuşuyordu. Birkaç kat çıktılar ve bir kapıya ulaştılar. Ne kapı kolu vardı ne anahtar deliği; sadece tahtadan geniş bir yüzey ve kartal biçiminde bronz bir tokmak vardı.
En önde olan sınıf başkanı elini uzattı ve kapıyı bir kez çaldı. Kartalın gagası anında açıldı ve ötmedi. Melodik bir sesle konuştu.
"Hangisi daha önce gelmiştir, anka kuşu mu yoksa alev mi?"
Sınıf başkanı konuştu. "1. sınıflar, Ravenclaw'ın öğrencileri olduğumuzu anlayabilmek için bu kapı bize zeka gerektiren bir soru sorar. Doğru cevaplarsanız geçersiniz. Yanlış cevaplarsanız biri gelip soruyu bilene kadar beklersiniz. Anladınız mı?"
Herkes başını salladı. Sınıf başkanı biraz bekleyip düşündü. Sonra dikkatle konuştu. "Bir çemberin başlangıcı yoktur."
"İyi mantık yürüttün," dedi kartal var kapı geriye savrularak açıldı.
Bomboş Ravenclaw ortak salonu çok geniş, daire biçiminde ve çok ferah bir odaydı. Simertrik şekilde dizilmiş, zarif, kemerli pencereler ve mavi-bronz perdeler asılıydı. Tavan kubbeliydi ve yıldızlar vardı. Yerdeki gece mavisi halıda da yıldızlar vardı ve çok hoş görünüyordu. Masalar, koltuklar, kitaplıklar vardı. Yağmur oyuğun birinde beyaz mermerden yüksek bir heykel gördü.
Yağmur onun asil görünüşünden, heykeldeki kadının Rowena Ravenclaw olduğunu anlamıştı. Başının tepesinde bir taç vardı. Çok zarifti.
Sınıf başkanı 1. sınıflara hitaben, "Bu, Rowena Ravenclaw. Başındaki taç da, efsanevi Kayıp Diadem. Takanın zekasını artırdığı söylenir."
Yağmur heykele yaklaştı ve diademin içine yazılan minicik kelimeleri zorlukla gördü. "Sınır tanımayan bir zeka, en büyük hediyedir insana."
Olivia'ya döndü. "Bunu Oliver'a okutman lazım," dedi gülerek. O da güldü.
Herkes kendi işine bakıyordu. İkisi de kızlar yatakhanesine çıktılar. Burası da mavi-bronz tonlarında çok ferah bir odaydı. Ranzaların direkleri ışıl ışıl bronzdandı, nevresimler ise mavi. Yıldızlı halı burada da vardı ama daha büyüktü. Yatakların yanlarında herkesin sandıkları ve evcil hayvanları vardı. Yağmur Ruby'i gördü ve sevindi. Gidip kendini yatağına attı. Annesine yazması gereken bir mektubu olduğunu unutmuştu. Olivia'yla çene çaldılar ve yanyana olan yataklarında uzandılar. Tabi ki yatakhanede başka kızlar da vardı ama Yağmur çok yorgundu ve onlarla arkadaş olacak hali yoktu. Belki yarın konuşurlardı.
Asasını çıkarıp soyundu. Yeşil pijamalarını giydi ve hayatında hiç olmadığı kadar mutlu bir uykuya daldı.
Olivia'nın, Marisa Scarlet olduğunu hatırlatmak isterim
İsim Makotom-->Valkyrie Cain
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Daisy~
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Valkyrie Cain
Bu bölümü okuduğumu hatırlamıyorum.Belkide o zaman okumamış olabilirim bu kısmı.Ben Harry Potter ı izlerken hep diğer bölümlerin önemsiz olduklarını düşünüyordum.Elbette kitabını okumadığım için sadece serisine yorum yapabilirim.Bu durum senin fanficini okumadan önceydi tabiki.Diğer bölümü bekliyorum.
Bana bir kelime söyle sonsuzluğa ulaşan.
Bana bir hikaye anlat asla unutulmayan.
Bana bir gökyüzü göster karanlıktan daha koyu olan.
Bana bir hayal ver zamanın kalbini kıskandıran.
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Valkyrie Cain
Hey, 11. bölüm geldi umarım beğenirsiniz, epeydir yazmıyorum biraz köreldim sanırım ^^
Bir hikayeye başladım. Kurgusu tamamen bana ait Onu da burada yayınlamayı düşünüyorum, okursanız çok mutlu olurum
*prenses, Harry Potter'ın kitaplarını çok tavsiye ediyorum, filmleri kesinlikle harika ama bence kitapların yanından geçemezler 30 kez seriyi bitirmiş biri olarak söylüyorum umarım okumaya devam edersin
*Marisa'cık, adını o zamanlar Olivia yapmamız çok isabetli olmuş bence... çünkü şimdi Fringe izliyorum ve ana karakter Olivia Dunham, idolüm oldu (FECİ TAVSİYE EDERİM) yani, adı Olivia olan bir karakteri hikayede çok yüceltmek istiyorum
biraz dandik bir bölüm bence
Bir hikayeye başladım. Kurgusu tamamen bana ait Onu da burada yayınlamayı düşünüyorum, okursanız çok mutlu olurum
*prenses, Harry Potter'ın kitaplarını çok tavsiye ediyorum, filmleri kesinlikle harika ama bence kitapların yanından geçemezler 30 kez seriyi bitirmiş biri olarak söylüyorum umarım okumaya devam edersin
*Marisa'cık, adını o zamanlar Olivia yapmamız çok isabetli olmuş bence... çünkü şimdi Fringe izliyorum ve ana karakter Olivia Dunham, idolüm oldu (FECİ TAVSİYE EDERİM) yani, adı Olivia olan bir karakteri hikayede çok yüceltmek istiyorum
biraz dandik bir bölüm bence
Spoiler:
Bölüm 11: Yeni Dersler
Yağmur sabah uyandığında saat henüz oldukça erkendi. Ancak tekrar uyuyamayacağı kadar da geçti. Esnedi.
Pijamalarını değiştirmeden Ortak Salon’a indi. Yanına asasını almıştı. Taş merdivenler serindi, bu yüzden Ortak Salon’da yanan şömine hoş olacaktı. Son merdiveni de indiğinde yalnız olmadığını gördü. Kendisinden en çok 3 yaş büyük olabilecek bir çocuğun şöminenin önünde renkli pofuduk koltuklarda, bir masayı önüne çekip oturmuş bir parşömene bir şeyler yazdığını gördü.
Çocuk onun geldiğini duyduysa bile belli etmedi. Yağmur da bir şey demedi. Onun karşı tarafındaki bir pofuduğa oturup ateşi izlemeye karar verdi. Belki o da ailesine bir şeyler yazardı. Yağmur oturduğunda çocuk parşömeni kaldırıp göz gezdirdi. Sonra kıvırıp rulo yaptı ve sonunda Yağmur’a baktı.
Yağmur da ona bakıp zorla gülümsedi. Sonuçta o, ondan büyük biriydi. Büyücülerle dolu bir okulda “üst dönem” diye bir şey olup olmadığını merak etti. Cılız bir sesle, “Merhaba,” dedi.
“Günaydın,” dedi çocuk ve gülümsedi. Kendine güvenen biri gibi görünüyordu, haksız da sayılmazdı. Otursa bile yaşına göre uzun görünüyordu, açık kahve-kıvırcık saçlıydı, loş ışığa rağmen turkuaz gözleri parlıyordu. Epey hoş bir yüzü vardı. “Birinci sınıf, değil mi? Ben Drake. 3. sınıf,” dedi çocuk.
Yağmur, “Evet, birinci sınıf,” dedi. Drake güldü. “Adını söylesene.”
“Şey, be-ben buralı değilim de… Adım tuhaf gelebilir.” Nedense kekeliyordu.
“Belli zaten, İngiliz gibi görünmüyorsun.” Gözlerini kıstı. “Alman mısın? Ama aksanın çok düzgün. Hadi, adını söyle ben de nereli olduğunu tahmin edeyim.” Yağmur çocuğun ona dostça davranmaya çalıştığını fark etti ve rahatladı. “Yağmur.”
“Hımm, hiç duymadım… Rus da değil...”
“Yok, değil. Türkiye…”
Epeyce konuştular. Yağmur Drake’in Quidditch takımında olduğunu ve Kovalayıcı olduğunu öğrendi. Quidditch’e ilgisi giderek artıyordu. Demin yazdığı şeyin de Diagon Yolu’ndan almayı unuttuğu ve İksir dersi için gerekli olan böcek gözü siparişi olduğunu öğrendi. Drake ona en sevdiği dersin Biçim Değiştirme olduğunu, onun da seveceğini, ayrıca Chudley Gülleleri’nin bu sezon daha da batacağını anlattı (bunun ne olduğunu bilmiyordu Yağmur, ama Quidditch takımı olduğunu tahmin etti). Onunla konuşmak çok eğlenceliydi ve çok şey öğrendi, bu yüzden insanlar uyanıp birer ikişer inmeye başlayınca üzüldü.
Olivia da aşağı indi. Yağmur’a el salladı ve belli ki yukarıda tanıştığı bir kızla konuşmaya devam etti. Yağmur ayağa kalkıp, “Sanırım artık giyinsem iyi olur,” dedi çocuğa bakarak. O da, “Peki, görüşürüz sonra,” diye yanıtladı. Olivia yanına geldiğinde gitmişti. “Günaydın!” “Sana da! Şey, bir saniye bekle, giyinip geliyorum.”
Olivia, “O konuştuğun kimdi?” diye sordu. “Ha, o 3. sınıfmış. Adı Drake, iyi birine benziyor,” diye anlattı Yağmur.
“Şey, ben hemencik giyineyim.” Şöyle bir el sallayıp yukarı fırladı. Yukarı koşarken de bir kıza çarptı. Kız söylendi.
Yağmur direk bavuluna koştu. İçinden çıkardığı kıyafetlerini doğru şekilde giymeye çalıştı. Sonunda cübbesini ve gömleğini doğru yerlere geçirmeyi başarınca tuvalete koşup yüzünü yıkadı. Ayakkabılarını bağlayıp saçlarını taradı, aşağı koşturdu.
İkisi, bir kızla gevezelik ederek Büyük Salon’a indiler. Kızın adı Maryse idi ve kahve saçlı, tatlı biriydi. Dediğine göre melezdi ve annesi İrlandalı bir Muggle’dı. Babası ile Sihir Bakanlığı’nda Lanetler bölümünde çalışıyordu. Kızlar Ravenclaw masasına geldiklerinde Yağmur Drake’i gördü. Yanının boş olduğunu görünce oraya oturdular. Kızlar da onunla tanıştı (“Bu da Olivia!”) ve yemeğe başladılar.
Kahvaltıda yok yoktu. Yağmur bir tostla balkabağı suyu aldı. Onlar yerken her binanın Sınıf Başkanları’nın (Drake’in anlattığına göre 5. sınıf öğrencileriydiler, Ravenclaw’unki Mike adında bir çocuktu) Profesör McGonagall’dan bir kucak dolusu parşömen aldıklarını gördüler. Çocuklar herkese dağıtmaya başladı. Yağmur kendininkini aldığında bunun bir ders programı olduğunu gördü.
“İlk dersimiz Tılsım,” dedi Olivia. Yağmur heyecanlanmıştı. “Profesör Flitwick değil mi?”
“Evet. Benim KSKS.” dedi Drake.
“Ne?”
“Karanlık Sanatlara Karşı Savunma. Profesör Quarrel.”
“Ha…”
Drake döndü ve arkadaşlarıyla konuşmaya başladı. Yağmur da Olivia’ya döndü. “Kitaplarımızı alırız değil mi?”
“Tabii ki.”
Yemeklerini bitirip Drake’e hoşça kal dediler, sonra da yukarı çıktılar. Tılsım kitaplarını aldılar. Bu ders üst üste iki saatti. Hemen aşağı inip Tılsım sınıfını buldular. İçeri geçip oturdukları an, paytak yürüyen Profesör Flitwick içeri girdi.
“Merhaba, 1. Sınıflar!” dedi Profesör. “Ben Filius Flitwick. Tılsım öğretmeniniz ve bina başkanınızım! Ders dışında da bir sorununuz olduğunda bana gelebilirsiniz.”
Sesi görüntüsüne uyuyordu, incecik ve komikti. Devam etti. “Bir büyücünün en temel yeteneklerinden biri havada durabilmek, ya da cisimleri havada tutabilmektir. Şimdi, asalarınızı elinize alın!”
Herkes hemen aldı, çoğunun heyecandan eli titriyordu. Yan yana oturan Olivia ve Yağmur bakıştı.
Profesör Flitwick, “Asalarınızla şu hareketi yapın; zarif bir bilek hareketi. Çevirerek küçük bir daire çizin, sonra hafifçe, vurur gibi ama hafifçe, indirin. Hadi!”
Yağmur yaptı. Çeviiir, ve hafifçe vur.
“Şimdi büyülü sözler. Wingardium Leviosa!”
Herkes bir ağızdan bağrıştı. “Wingardium Leviosaa!”
“Hadi şimdi beraber deneyin!”
Yağmur tüyün havada salındığını hayal etti. Bir yandan asasını çevirdi, bir yandan sözleri söyledi. Aynı anda tüyü hayal etmeye çalıştı. “Wingardium Leviosa!”
Tüy sarı bir ışıkla hafifçe parladı, güzel bir ışıktı bu, sonra çok yavaşça hareketlendi. Yağmur heyecanlanmıştı ama kontrolünü yitirmemeye çalıştı. Tüyü zihniyle hareket ettirmeye çalıştı, asasını yavaşça kaldırdı. Tüy de yavaşça kalktı. Şimdi tüyü ileri itiyordu. Sonra tüyün gidip Olivia’nın kafasına konmasını sağladı.
Olivia çok konsantre olmuştu, bu yüzden bir şey fark etmedi. Yağmur oluşan komik görüntüden ve başarmaktan kaynaklanan mutlulukla kahkahalar atınca konsantrasyonu bozuldu. “Bu kadar komik olan ne?”
Yağmur tam konuşuyordu ki, Profesör Flitwick “Miss Duman başardı!” diye ciyakladı. Herkes dönüp ona baktı ve kimi tebrik etti, kimi bir şey demedi. Ama herkes daha hırsla uğraştı. Birkaç dakika sonra havada tüyler uçuşuyordu. Biraz da yanık kokusu vardı, çünkü birkaç kişi fazla zorlamadan tüyü yakmıştı. Hatta Terry denen bir çocuk, tüyü asasının ucuna bir şekilde yapıştırıp asayı kaldırdığında, onu uçurduğunu iddia etti.
Olivia başardığında, Yağmur tüye salsa hareketleri yaptırmaya başladı. Olivia da ona katıldı ve dersin sonuna kadar dans ettiler. Gayet eğlenceli geçen bir ilk dersten sonra, ders bitmişti.
Öğrenciler heyecanla fısıldaşarak sınıftan çıktı. Yağmur uyuşuk bir insan olduğundan her zamanki gibi sona kalmıştı, Olivia da onu bekledi. Sonunda çantasına tüyleri ve asasını tıkmayı başaran Yağmur kapıya ilerledi. Ancak tam o sırada bir sonraki dersleri için gelen Slytherinler içeri girmeye başlamıştı. Olivia kapının kenarından süzüldü ve Yağmur arkasından ilerledi. Malfoy suratına bakmadan yanından geçerken omzuyla kıza sertçe çarptı. “Ah! Ne yapıyorsun?” Ancak çocuk pis pis bakmakla yetindi.
Olivia’ya dönüp, “Nesi var bu salağın yahu?” dedi. Kız omuz silkip, “Adı üstünde salak, güya rahatsız edecek,” diye yanıtladı. “Öf, neyse,” Yağmur sinirliydi. “Şimdi ders neymiş?”
“Şu an bir dersimiz yok,” dedi Olivia. “Bir saat boşuz ve sonra İksir var. Sence ne yapalım?” Yağmur’un gözleri parladı. “Kütüphane?”
Yağmur sabah uyandığında saat henüz oldukça erkendi. Ancak tekrar uyuyamayacağı kadar da geçti. Esnedi.
Pijamalarını değiştirmeden Ortak Salon’a indi. Yanına asasını almıştı. Taş merdivenler serindi, bu yüzden Ortak Salon’da yanan şömine hoş olacaktı. Son merdiveni de indiğinde yalnız olmadığını gördü. Kendisinden en çok 3 yaş büyük olabilecek bir çocuğun şöminenin önünde renkli pofuduk koltuklarda, bir masayı önüne çekip oturmuş bir parşömene bir şeyler yazdığını gördü.
Çocuk onun geldiğini duyduysa bile belli etmedi. Yağmur da bir şey demedi. Onun karşı tarafındaki bir pofuduğa oturup ateşi izlemeye karar verdi. Belki o da ailesine bir şeyler yazardı. Yağmur oturduğunda çocuk parşömeni kaldırıp göz gezdirdi. Sonra kıvırıp rulo yaptı ve sonunda Yağmur’a baktı.
Yağmur da ona bakıp zorla gülümsedi. Sonuçta o, ondan büyük biriydi. Büyücülerle dolu bir okulda “üst dönem” diye bir şey olup olmadığını merak etti. Cılız bir sesle, “Merhaba,” dedi.
“Günaydın,” dedi çocuk ve gülümsedi. Kendine güvenen biri gibi görünüyordu, haksız da sayılmazdı. Otursa bile yaşına göre uzun görünüyordu, açık kahve-kıvırcık saçlıydı, loş ışığa rağmen turkuaz gözleri parlıyordu. Epey hoş bir yüzü vardı. “Birinci sınıf, değil mi? Ben Drake. 3. sınıf,” dedi çocuk.
Yağmur, “Evet, birinci sınıf,” dedi. Drake güldü. “Adını söylesene.”
“Şey, be-ben buralı değilim de… Adım tuhaf gelebilir.” Nedense kekeliyordu.
“Belli zaten, İngiliz gibi görünmüyorsun.” Gözlerini kıstı. “Alman mısın? Ama aksanın çok düzgün. Hadi, adını söyle ben de nereli olduğunu tahmin edeyim.” Yağmur çocuğun ona dostça davranmaya çalıştığını fark etti ve rahatladı. “Yağmur.”
“Hımm, hiç duymadım… Rus da değil...”
“Yok, değil. Türkiye…”
Epeyce konuştular. Yağmur Drake’in Quidditch takımında olduğunu ve Kovalayıcı olduğunu öğrendi. Quidditch’e ilgisi giderek artıyordu. Demin yazdığı şeyin de Diagon Yolu’ndan almayı unuttuğu ve İksir dersi için gerekli olan böcek gözü siparişi olduğunu öğrendi. Drake ona en sevdiği dersin Biçim Değiştirme olduğunu, onun da seveceğini, ayrıca Chudley Gülleleri’nin bu sezon daha da batacağını anlattı (bunun ne olduğunu bilmiyordu Yağmur, ama Quidditch takımı olduğunu tahmin etti). Onunla konuşmak çok eğlenceliydi ve çok şey öğrendi, bu yüzden insanlar uyanıp birer ikişer inmeye başlayınca üzüldü.
Olivia da aşağı indi. Yağmur’a el salladı ve belli ki yukarıda tanıştığı bir kızla konuşmaya devam etti. Yağmur ayağa kalkıp, “Sanırım artık giyinsem iyi olur,” dedi çocuğa bakarak. O da, “Peki, görüşürüz sonra,” diye yanıtladı. Olivia yanına geldiğinde gitmişti. “Günaydın!” “Sana da! Şey, bir saniye bekle, giyinip geliyorum.”
Olivia, “O konuştuğun kimdi?” diye sordu. “Ha, o 3. sınıfmış. Adı Drake, iyi birine benziyor,” diye anlattı Yağmur.
“Şey, ben hemencik giyineyim.” Şöyle bir el sallayıp yukarı fırladı. Yukarı koşarken de bir kıza çarptı. Kız söylendi.
Yağmur direk bavuluna koştu. İçinden çıkardığı kıyafetlerini doğru şekilde giymeye çalıştı. Sonunda cübbesini ve gömleğini doğru yerlere geçirmeyi başarınca tuvalete koşup yüzünü yıkadı. Ayakkabılarını bağlayıp saçlarını taradı, aşağı koşturdu.
İkisi, bir kızla gevezelik ederek Büyük Salon’a indiler. Kızın adı Maryse idi ve kahve saçlı, tatlı biriydi. Dediğine göre melezdi ve annesi İrlandalı bir Muggle’dı. Babası ile Sihir Bakanlığı’nda Lanetler bölümünde çalışıyordu. Kızlar Ravenclaw masasına geldiklerinde Yağmur Drake’i gördü. Yanının boş olduğunu görünce oraya oturdular. Kızlar da onunla tanıştı (“Bu da Olivia!”) ve yemeğe başladılar.
Kahvaltıda yok yoktu. Yağmur bir tostla balkabağı suyu aldı. Onlar yerken her binanın Sınıf Başkanları’nın (Drake’in anlattığına göre 5. sınıf öğrencileriydiler, Ravenclaw’unki Mike adında bir çocuktu) Profesör McGonagall’dan bir kucak dolusu parşömen aldıklarını gördüler. Çocuklar herkese dağıtmaya başladı. Yağmur kendininkini aldığında bunun bir ders programı olduğunu gördü.
“İlk dersimiz Tılsım,” dedi Olivia. Yağmur heyecanlanmıştı. “Profesör Flitwick değil mi?”
“Evet. Benim KSKS.” dedi Drake.
“Ne?”
“Karanlık Sanatlara Karşı Savunma. Profesör Quarrel.”
“Ha…”
Drake döndü ve arkadaşlarıyla konuşmaya başladı. Yağmur da Olivia’ya döndü. “Kitaplarımızı alırız değil mi?”
“Tabii ki.”
Yemeklerini bitirip Drake’e hoşça kal dediler, sonra da yukarı çıktılar. Tılsım kitaplarını aldılar. Bu ders üst üste iki saatti. Hemen aşağı inip Tılsım sınıfını buldular. İçeri geçip oturdukları an, paytak yürüyen Profesör Flitwick içeri girdi.
“Merhaba, 1. Sınıflar!” dedi Profesör. “Ben Filius Flitwick. Tılsım öğretmeniniz ve bina başkanınızım! Ders dışında da bir sorununuz olduğunda bana gelebilirsiniz.”
Sesi görüntüsüne uyuyordu, incecik ve komikti. Devam etti. “Bir büyücünün en temel yeteneklerinden biri havada durabilmek, ya da cisimleri havada tutabilmektir. Şimdi, asalarınızı elinize alın!”
Herkes hemen aldı, çoğunun heyecandan eli titriyordu. Yan yana oturan Olivia ve Yağmur bakıştı.
Profesör Flitwick, “Asalarınızla şu hareketi yapın; zarif bir bilek hareketi. Çevirerek küçük bir daire çizin, sonra hafifçe, vurur gibi ama hafifçe, indirin. Hadi!”
Yağmur yaptı. Çeviiir, ve hafifçe vur.
“Şimdi büyülü sözler. Wingardium Leviosa!”
Herkes bir ağızdan bağrıştı. “Wingardium Leviosaa!”
“Hadi şimdi beraber deneyin!”
Yağmur tüyün havada salındığını hayal etti. Bir yandan asasını çevirdi, bir yandan sözleri söyledi. Aynı anda tüyü hayal etmeye çalıştı. “Wingardium Leviosa!”
Tüy sarı bir ışıkla hafifçe parladı, güzel bir ışıktı bu, sonra çok yavaşça hareketlendi. Yağmur heyecanlanmıştı ama kontrolünü yitirmemeye çalıştı. Tüyü zihniyle hareket ettirmeye çalıştı, asasını yavaşça kaldırdı. Tüy de yavaşça kalktı. Şimdi tüyü ileri itiyordu. Sonra tüyün gidip Olivia’nın kafasına konmasını sağladı.
Olivia çok konsantre olmuştu, bu yüzden bir şey fark etmedi. Yağmur oluşan komik görüntüden ve başarmaktan kaynaklanan mutlulukla kahkahalar atınca konsantrasyonu bozuldu. “Bu kadar komik olan ne?”
Yağmur tam konuşuyordu ki, Profesör Flitwick “Miss Duman başardı!” diye ciyakladı. Herkes dönüp ona baktı ve kimi tebrik etti, kimi bir şey demedi. Ama herkes daha hırsla uğraştı. Birkaç dakika sonra havada tüyler uçuşuyordu. Biraz da yanık kokusu vardı, çünkü birkaç kişi fazla zorlamadan tüyü yakmıştı. Hatta Terry denen bir çocuk, tüyü asasının ucuna bir şekilde yapıştırıp asayı kaldırdığında, onu uçurduğunu iddia etti.
Olivia başardığında, Yağmur tüye salsa hareketleri yaptırmaya başladı. Olivia da ona katıldı ve dersin sonuna kadar dans ettiler. Gayet eğlenceli geçen bir ilk dersten sonra, ders bitmişti.
Öğrenciler heyecanla fısıldaşarak sınıftan çıktı. Yağmur uyuşuk bir insan olduğundan her zamanki gibi sona kalmıştı, Olivia da onu bekledi. Sonunda çantasına tüyleri ve asasını tıkmayı başaran Yağmur kapıya ilerledi. Ancak tam o sırada bir sonraki dersleri için gelen Slytherinler içeri girmeye başlamıştı. Olivia kapının kenarından süzüldü ve Yağmur arkasından ilerledi. Malfoy suratına bakmadan yanından geçerken omzuyla kıza sertçe çarptı. “Ah! Ne yapıyorsun?” Ancak çocuk pis pis bakmakla yetindi.
Olivia’ya dönüp, “Nesi var bu salağın yahu?” dedi. Kız omuz silkip, “Adı üstünde salak, güya rahatsız edecek,” diye yanıtladı. “Öf, neyse,” Yağmur sinirliydi. “Şimdi ders neymiş?”
“Şu an bir dersimiz yok,” dedi Olivia. “Bir saat boşuz ve sonra İksir var. Sence ne yapalım?” Yağmur’un gözleri parladı. “Kütüphane?”
İsim Makotom-->Valkyrie Cain
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Mari
Nam nam nam *-*
Güzel bir bölümdü Yağmurcum *-*
Orjinal hikayeni de foruma koymanı dört gözle bekliyorum *-*
Bölümle ilgili bir şey takıldı aklıma; Ravenclaw Binasının sınıf başkanı Penelope Clearwater değil miydi? Percy ile aynı dönemdeydi hani, sonra Hermione 7. kitapta Malfoy Malikanesine götürüldüğünde onun adını vermişti Grayback'e.
Onun dışında güzel bir bölümdü. Drake'i sevdim. Ama adı kötü çocuk ismine benziyor Draco'dan çağrışım yaptı sanırım asadasf
Yeni bölümü bekliyorum ^^
Güzel bir bölümdü Yağmurcum *-*
Orjinal hikayeni de foruma koymanı dört gözle bekliyorum *-*
Bölümle ilgili bir şey takıldı aklıma; Ravenclaw Binasının sınıf başkanı Penelope Clearwater değil miydi? Percy ile aynı dönemdeydi hani, sonra Hermione 7. kitapta Malfoy Malikanesine götürüldüğünde onun adını vermişti Grayback'e.
Onun dışında güzel bir bölümdü. Drake'i sevdim. Ama adı kötü çocuk ismine benziyor Draco'dan çağrışım yaptı sanırım asadasf
Yeni bölümü bekliyorum ^^
I'm the bone of my sword.
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Valkyrie Cain
neresi kötü be
basbaya süper bir bölüm *-*
anlatımın süper, direk yağmur asayı aldı, yağmur tüyü kaldırdı demiyorsun ki, olayları detaylı anlatıyorsun cidden çok hoş yapıyor fanficini
orjinal hikayeni de bekleriz *-*
(seni unuttum diye bir şey yok yalan o <3)
basbaya süper bir bölüm *-*
anlatımın süper, direk yağmur asayı aldı, yağmur tüyü kaldırdı demiyorsun ki, olayları detaylı anlatıyorsun cidden çok hoş yapıyor fanficini
orjinal hikayeni de bekleriz *-*
(seni unuttum diye bir şey yok yalan o <3)
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Valkyrie Cain
Hey selam! Yeni bölüm
Bir de bir açıklama yapmak istiyorum. Hani giriş sevgili J K Rowling'in girişiyle aynı oldu ya, devamı aynı olmayacak. Yani Felsefe Taşı, Sırlar Odası falan.. Tamamen aynı değil. Belki bu olaylar, cisimler ve yerler olacak ama olaylar öyle değil Harry Sağ Kalan Çocuk olarak tabi ki önemli bir rol taşıyor ama eğer bu bir Harry hikayesi olsaydı, o anlatırdı değil mi? (:
Bölüm 12:Karanlık Şeyler
Olivia, "Bir saat boyunca kütüphanede mi olacağız yani?" diye sordu. "Sence sıkıcı olmaz mı?"
"Sıkıcı mı? Hayır, hayır. Sen hayatın boyunca zaten büyücü hikayelerini dinleyerek yaşadığın için öyle geliyordur. Benim dinlediğim tek hikaye, Dumbledore'dan Harry'nin hikayesiydi." Yağmur heyecanla ve hızla koridorları arşınlıyordu. "Lütfen!"
"Tamam, tamam." Olivia da ona ayak uydurdu. Hızla bir kat daha aşağıdaki kütüphaneye vardılar. Onlar koşarcasına ilerlerken bir tablo onlara histerik bir biçimde hıçkırarak ölüm tehlikesinin yaklaştığını haykırdı.
Kütüphaneden içeri adım attıkları an kitap kokusu mis gibi onları sardı. İçerisi sıcacıktı ve üç dört metre uzunluğundaki kitaplıklar hiç de kapana kısılmış hissi uyandırmıyor, aksine insana Harikalar Diyarı'ndaymış izlenimi veriyordu. Cam süslemeleriyle dolu pencereler kitaplıkların arasındaki boşluklara yerleştirilmiş masalarla hizalanmıştı. Kütüphane... uçsuz bucaksız görünüyordu.
Kızların nefesi kesilmişti ve yavaş yavaş ilerlemeye başladılar. Ders çalışan üst sınıflar, belli ki dersleri boş olan daha alt sınıflarla dolu masalar vardı ama masalar çoğunlukla boştu. Pencere kenarında bir masaya oturdular. Tahta kokusu ile kitap kokusu karışmış, hava yağmurlu olduğu için güneşin yeterince aydınlatamadığı ortama eklenmiş masalardaki mumlar ile birlikte inanılmaz huzur verici bir ortam yaratmıştı. Burası, Yağmur'un hayallerindeki yerdi.
Olivia da mest olmuştu. Çantalarını masaya bırakıp bir süre oturdular. Sonra Yağmur bir kitaplığa, Olivia bir kitaplığa daldı.
Yağmur bir rafı inceliyordu. Burası "I" harfini barındırıyordu. Aslında koca kitaplık I harfinindi. Yağmur bakmaya devam ederse böyle birkaç kitaplık daha bulacağından emindi. Birkaç kitap ilerledi ve gözüne bir kelime çarptı. Immortality.
Bunun hakkında bir çok kitap vardı. Ama ona nedense en gerçek görünen, siyah ciltli, nerdeyse bir karış kalınlığında, eskilikten paralanmış bir kitaptı. Kitabı kucağına aldı. Az daha düşürüyordu çünkü kitap nerdeyse on kilo çekiyordu. Kitabı masaya götürdü ve sessiz olmaya çalışarak bıraktı. Tozlar havalandı. Yağmur kitaba üfledi ve kalkan tozlardan hapşurmamak için kendini zor tuttu. Kitabın kalın kapağını kaldırdı ve butnunu kitaba yaklaştırdı. Yağmur eline bir kitap aldığında ilk işi kitabı koklamak olurdu. Nedense böyle bir alışkanlık edinmişti. Bu kitaptan, eski saman kitaplara özgü o hafif şekerli-güneşli koku geliyordu. Ama bir şey daha vardı. Karanlık ve cezbedici bir koku daha. Yağmur uzaklaşıp sayfaları çevirdi.
Bir sayfa boştu, sonra Büyük harflerle kitabın adı, "Immortality" yazıyordu. Ölümsüzlük. Altında da simsiyah mürekkeple- bir saniye, mürekkep mi? Yağmur kitabın el yazması olduğunu fark etti. Bu kitabın ne kadar değerli olabileceğini düşündü. Kimbilir kaç tl- pardon, galleon ederdi. İsmin altında bir simge vardı. Bir çember. Ama çemberin tepesinden biraz daha sol ve aşağıda, ama yine çember çizgisinin üzerinde, bir yön oku vardı. Yani çember saat yönünün tersine çizilmiş ve oraya doğru sonsuza kadar devam ediyormuş gibi görünüyordu. Yağmur bir sayfa daha çevirdi. Kitabı kimin yazdığına dair bir isim yoktu. Sayfa, onu çerçeve gibi saran bir yılan dışında bomboştu.
Bir sonraki sayfa. Boştu.
Diğeri. Boştu.
Yağmur kitabın sayfalarını hızla çevirmeye başladı. Hepsi boştu. Belki binlerce sayfa, oraya laf olsun diye mi konmuştu sanki? Sinirle son sayfaya geldi. Son sayfada da, ilk sayfada gördüğü şekil vardı. Hiçbir farklılık olmadan. Koskoca kitap bunun dışında tamamen boştu.
Yağmur kitabı tekrar, zorlanarak kaldırıp yerine, rafa yerleştirdi. Sonra gidip, nereden bulduysa Chudley Gülleleri'nin Yapmaya Yeltendiği Sayılar adlı bir kitaba gömülmüş ve kıkır kıkır gülen Olivia'ya katıldı. Kısa süre sonra kitabı tamamen unutmuş, o da gülüyordu.
Sıradaki ders İksir'di. Dersin öğretmeninin Profesör Snape olduğunu öğrendiler, tüm öğrenciler ondan bahsederken geriliyordu. Bu dersi Hufflepufflar ile alıyorlardı. Zindanlara ilerlediler. Profesör Snape'in odası oradaydı. Hafiften yeşilimsi aydınlatılmış İksir sınıfına girdiler. Dersin öğretmeni çoktan oradaydı. Öğrenciler yavaş yavaş sınıfa girerken soğuk bir sesle, "Oturun," dedi. Öğrenciler adımlarını hızlandırdı ve Hufflepuff'tan kızıl saçlı tombik bir kız tökezledi.
Yağmur ve Olivia sol tarafta, ortalarda bir sıraya yerleştiler. Çantalarını yere koyup iksir kitapları ile asalarını çıkardılar. Profesör, "Ben, İksir öğretmeni Profesör Severus Snape. Slytherin bina sorumlusuyum. Bu okulda uzun yıllardır öğertmenlik yapıyorum. Öncelikle söyleyeyim. Sınıfımda kayırılmayı, özel muamele görmeyi beklemeyin." Çok sert bir ses tonu değildi ama soğukluğu insanı ürpertiyordu. "Kendinizi kanıtlayın. İksire gerçek bir yeteneği olan büyücüler iki elin parmaklarını geçmez. Çok büyük bir umudum yok," Sınıfı küçümseyerek süzdü. "Çoğunuz SBD'lerini bile veremeyecek." Öğrenciler birbirine bakındı. "Şimdi," dedi Profesör Snape ipeksi bir sesle, "Sayfa 10'daki Zayıf İyileştirme İksiri'ni açın."
Ders boyunca Yağmur, Snape'in tüm öğrencilere olan iğrenç tavrına rağmen çok eğlendi. İksir yapmak! Her çocuk evinde bir şeyler karıştırıp onların iksir olduğunu hayal etmez miydi? Yağmur gerçeklerini yapabilirdi. Bir nane yaprağının iksirinde neleri değiştirebildiğini görünce çok şaşırmıştı. 4. adımda iksiri fıstık yeşili olmalıyken koyu orman yeşiliydi. Birden burnuna nane kokusu geldi. Eline nane yapraklarını aldı ve birini kopardı. Onu gümüş saplı bıçağıyla incecik yapıp içine attı. Biraz karıştırdı ve işte rengi fıstık yeşiliydi! Sonra, 8. adımda sıvı artık su gibi akışkan olmalıydı. Ancak Yağmur'unki puding gibi bir şeydi. Tam o an aklına annesinin sarımsağın her derde deva olduğunu söyleyişi geldi ve, bu bir iyileştirme iksiriydi değil mi? Kendini durduramayıp iksirinin içine bir diş yaban sarımsağı attı. Sarımsak sıvının üzerinde durdu ve erimeye başladı. Kazanın tüm üst yüzeyini kapladı ve Yağmur karıştırmaya başladı. Sarımsak sıvıya yayıldıkça, kıvam inceliyordu. Artık neredeyse su gibiydi.
Yağmur iksirinden başını kaldırıp Olivia'nın ne kaptığına baktı. Onun iksiri... Yağmur'unkinden bile akışkandı. Yağmur şaşkınıkla, "Bunu nasıl yaptın?" diye sordu. Olivia gülümsedi ve, "Semender kanının inceltici olduğunu okumuştum," dedi.
Bir de bir açıklama yapmak istiyorum. Hani giriş sevgili J K Rowling'in girişiyle aynı oldu ya, devamı aynı olmayacak. Yani Felsefe Taşı, Sırlar Odası falan.. Tamamen aynı değil. Belki bu olaylar, cisimler ve yerler olacak ama olaylar öyle değil Harry Sağ Kalan Çocuk olarak tabi ki önemli bir rol taşıyor ama eğer bu bir Harry hikayesi olsaydı, o anlatırdı değil mi? (:
Spoiler:
Bölüm 12:Karanlık Şeyler
Olivia, "Bir saat boyunca kütüphanede mi olacağız yani?" diye sordu. "Sence sıkıcı olmaz mı?"
"Sıkıcı mı? Hayır, hayır. Sen hayatın boyunca zaten büyücü hikayelerini dinleyerek yaşadığın için öyle geliyordur. Benim dinlediğim tek hikaye, Dumbledore'dan Harry'nin hikayesiydi." Yağmur heyecanla ve hızla koridorları arşınlıyordu. "Lütfen!"
"Tamam, tamam." Olivia da ona ayak uydurdu. Hızla bir kat daha aşağıdaki kütüphaneye vardılar. Onlar koşarcasına ilerlerken bir tablo onlara histerik bir biçimde hıçkırarak ölüm tehlikesinin yaklaştığını haykırdı.
Kütüphaneden içeri adım attıkları an kitap kokusu mis gibi onları sardı. İçerisi sıcacıktı ve üç dört metre uzunluğundaki kitaplıklar hiç de kapana kısılmış hissi uyandırmıyor, aksine insana Harikalar Diyarı'ndaymış izlenimi veriyordu. Cam süslemeleriyle dolu pencereler kitaplıkların arasındaki boşluklara yerleştirilmiş masalarla hizalanmıştı. Kütüphane... uçsuz bucaksız görünüyordu.
Kızların nefesi kesilmişti ve yavaş yavaş ilerlemeye başladılar. Ders çalışan üst sınıflar, belli ki dersleri boş olan daha alt sınıflarla dolu masalar vardı ama masalar çoğunlukla boştu. Pencere kenarında bir masaya oturdular. Tahta kokusu ile kitap kokusu karışmış, hava yağmurlu olduğu için güneşin yeterince aydınlatamadığı ortama eklenmiş masalardaki mumlar ile birlikte inanılmaz huzur verici bir ortam yaratmıştı. Burası, Yağmur'un hayallerindeki yerdi.
Olivia da mest olmuştu. Çantalarını masaya bırakıp bir süre oturdular. Sonra Yağmur bir kitaplığa, Olivia bir kitaplığa daldı.
Yağmur bir rafı inceliyordu. Burası "I" harfini barındırıyordu. Aslında koca kitaplık I harfinindi. Yağmur bakmaya devam ederse böyle birkaç kitaplık daha bulacağından emindi. Birkaç kitap ilerledi ve gözüne bir kelime çarptı. Immortality.
Bunun hakkında bir çok kitap vardı. Ama ona nedense en gerçek görünen, siyah ciltli, nerdeyse bir karış kalınlığında, eskilikten paralanmış bir kitaptı. Kitabı kucağına aldı. Az daha düşürüyordu çünkü kitap nerdeyse on kilo çekiyordu. Kitabı masaya götürdü ve sessiz olmaya çalışarak bıraktı. Tozlar havalandı. Yağmur kitaba üfledi ve kalkan tozlardan hapşurmamak için kendini zor tuttu. Kitabın kalın kapağını kaldırdı ve butnunu kitaba yaklaştırdı. Yağmur eline bir kitap aldığında ilk işi kitabı koklamak olurdu. Nedense böyle bir alışkanlık edinmişti. Bu kitaptan, eski saman kitaplara özgü o hafif şekerli-güneşli koku geliyordu. Ama bir şey daha vardı. Karanlık ve cezbedici bir koku daha. Yağmur uzaklaşıp sayfaları çevirdi.
Bir sayfa boştu, sonra Büyük harflerle kitabın adı, "Immortality" yazıyordu. Ölümsüzlük. Altında da simsiyah mürekkeple- bir saniye, mürekkep mi? Yağmur kitabın el yazması olduğunu fark etti. Bu kitabın ne kadar değerli olabileceğini düşündü. Kimbilir kaç tl- pardon, galleon ederdi. İsmin altında bir simge vardı. Bir çember. Ama çemberin tepesinden biraz daha sol ve aşağıda, ama yine çember çizgisinin üzerinde, bir yön oku vardı. Yani çember saat yönünün tersine çizilmiş ve oraya doğru sonsuza kadar devam ediyormuş gibi görünüyordu. Yağmur bir sayfa daha çevirdi. Kitabı kimin yazdığına dair bir isim yoktu. Sayfa, onu çerçeve gibi saran bir yılan dışında bomboştu.
Bir sonraki sayfa. Boştu.
Diğeri. Boştu.
Yağmur kitabın sayfalarını hızla çevirmeye başladı. Hepsi boştu. Belki binlerce sayfa, oraya laf olsun diye mi konmuştu sanki? Sinirle son sayfaya geldi. Son sayfada da, ilk sayfada gördüğü şekil vardı. Hiçbir farklılık olmadan. Koskoca kitap bunun dışında tamamen boştu.
Yağmur kitabı tekrar, zorlanarak kaldırıp yerine, rafa yerleştirdi. Sonra gidip, nereden bulduysa Chudley Gülleleri'nin Yapmaya Yeltendiği Sayılar adlı bir kitaba gömülmüş ve kıkır kıkır gülen Olivia'ya katıldı. Kısa süre sonra kitabı tamamen unutmuş, o da gülüyordu.
Sıradaki ders İksir'di. Dersin öğretmeninin Profesör Snape olduğunu öğrendiler, tüm öğrenciler ondan bahsederken geriliyordu. Bu dersi Hufflepufflar ile alıyorlardı. Zindanlara ilerlediler. Profesör Snape'in odası oradaydı. Hafiften yeşilimsi aydınlatılmış İksir sınıfına girdiler. Dersin öğretmeni çoktan oradaydı. Öğrenciler yavaş yavaş sınıfa girerken soğuk bir sesle, "Oturun," dedi. Öğrenciler adımlarını hızlandırdı ve Hufflepuff'tan kızıl saçlı tombik bir kız tökezledi.
Yağmur ve Olivia sol tarafta, ortalarda bir sıraya yerleştiler. Çantalarını yere koyup iksir kitapları ile asalarını çıkardılar. Profesör, "Ben, İksir öğretmeni Profesör Severus Snape. Slytherin bina sorumlusuyum. Bu okulda uzun yıllardır öğertmenlik yapıyorum. Öncelikle söyleyeyim. Sınıfımda kayırılmayı, özel muamele görmeyi beklemeyin." Çok sert bir ses tonu değildi ama soğukluğu insanı ürpertiyordu. "Kendinizi kanıtlayın. İksire gerçek bir yeteneği olan büyücüler iki elin parmaklarını geçmez. Çok büyük bir umudum yok," Sınıfı küçümseyerek süzdü. "Çoğunuz SBD'lerini bile veremeyecek." Öğrenciler birbirine bakındı. "Şimdi," dedi Profesör Snape ipeksi bir sesle, "Sayfa 10'daki Zayıf İyileştirme İksiri'ni açın."
Ders boyunca Yağmur, Snape'in tüm öğrencilere olan iğrenç tavrına rağmen çok eğlendi. İksir yapmak! Her çocuk evinde bir şeyler karıştırıp onların iksir olduğunu hayal etmez miydi? Yağmur gerçeklerini yapabilirdi. Bir nane yaprağının iksirinde neleri değiştirebildiğini görünce çok şaşırmıştı. 4. adımda iksiri fıstık yeşili olmalıyken koyu orman yeşiliydi. Birden burnuna nane kokusu geldi. Eline nane yapraklarını aldı ve birini kopardı. Onu gümüş saplı bıçağıyla incecik yapıp içine attı. Biraz karıştırdı ve işte rengi fıstık yeşiliydi! Sonra, 8. adımda sıvı artık su gibi akışkan olmalıydı. Ancak Yağmur'unki puding gibi bir şeydi. Tam o an aklına annesinin sarımsağın her derde deva olduğunu söyleyişi geldi ve, bu bir iyileştirme iksiriydi değil mi? Kendini durduramayıp iksirinin içine bir diş yaban sarımsağı attı. Sarımsak sıvının üzerinde durdu ve erimeye başladı. Kazanın tüm üst yüzeyini kapladı ve Yağmur karıştırmaya başladı. Sarımsak sıvıya yayıldıkça, kıvam inceliyordu. Artık neredeyse su gibiydi.
Yağmur iksirinden başını kaldırıp Olivia'nın ne kaptığına baktı. Onun iksiri... Yağmur'unkinden bile akışkandı. Yağmur şaşkınıkla, "Bunu nasıl yaptın?" diye sordu. Olivia gülümsedi ve, "Semender kanının inceltici olduğunu okumuştum," dedi.
İsim Makotom-->Valkyrie Cain
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Mari
her iksire sarımsak atın iyi geliyor afsdgasf
bölüm çok hoş olmuş (her zamanki gibi)
yağmur ravenclawın harrysi gibi olucak istese de istemese de olayların içinde bulunacak gibime geliyor
arayı fazla açmak yok bir dahakine *-*
bölüm çok hoş olmuş (her zamanki gibi)
yağmur ravenclawın harrysi gibi olucak istese de istemese de olayların içinde bulunacak gibime geliyor
arayı fazla açmak yok bir dahakine *-*
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Valkyrie Cain
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Valkyrie Cain
Aneeeem *-*
Bölüm gelmiiiş *-*
Çok da güzel olmuş *-*
O el yazması kitabı anlatış biçimine bayıldıııım ^^ Yağmur o kitabı unutmaz geri dönüş yapar ona ^^
Olivia da ne iksirciymiş arkadaş *-* Semender kanı falan :D Bizim kız nereden bilsin öyle şeyleri, sarımsak falan katıyor garibim :D Ama düşünce tarzını sevdim :D
Yeni bölümü bekliyorum kuzucuğum :)
Bölüm gelmiiiş *-*
Çok da güzel olmuş *-*
O el yazması kitabı anlatış biçimine bayıldıııım ^^ Yağmur o kitabı unutmaz geri dönüş yapar ona ^^
Olivia da ne iksirciymiş arkadaş *-* Semender kanı falan :D Bizim kız nereden bilsin öyle şeyleri, sarımsak falan katıyor garibim :D Ama düşünce tarzını sevdim :D
Yeni bölümü bekliyorum kuzucuğum :)
I'm the bone of my sword.
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Valkyrie Cain
Sayfaya git: 1, 2, Sonraki | |
1. sayfa (Toplam 2 sayfa) [ 17 mesaj ] |
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız |