Yeni bir hikayeyle karşınızdayım. Sanıyorum ki, artık eskisi kadar acemi değilim. Bu fanficimin kurgusunun zayıf olmaması dileğiyle~
Tanıtım.
Spoiler:
Doğum günümde babamdan isteyeceğim belki de son şeydi pembe peluşla kaplanmış bir günlük.
Ciddiyim, Justin Bieber’ın ‘Believe’ albümünü alsalar, bundan iyiydi. En azından kitaplığımın tozlu raflarında bana sinir bozucu şekilde sırıtmazdı. Pekala, şuan kendimi tanıtarak işe koyulmalıydım, sanırım. Ama çok beklersin diyebilirim sevgili günlükçüğüm. Eğer gerçekten bilmek istiyorsan; kırmızı saçlara sahip, neredeyse cüce boyunda bir kızım ben. Tamam, tamam. Belki o kadar kısa sayılmayabilirim?
Şuan babam beni gözetlerken, sana yazmak çokta mümkün bir şey değil. Zorunluluktan yazıyorum, sırf o çikolata rengi gözleriyle bana mahzun bir şekilde bakmasın diye. İnan bana, istemediği bir şey yaptığımda ki bakışlarına şu cansız bedeninle sen bile dayanamazsın! Eğer bir iş adamı olmasaydı rahatlıkla konservatuara gidebilirdi.
Şu kısacık yazıyı yazarken bile sıkıldığımı belirtmek istiyorum. Gerçekten, yazmak bana göre değil.
Cicili bicili, gördükçe midemi bulandıran kapağı hızla kapattım. Her tür yaldızın işlendiği defterde, beni tiksindirmeyen en ufak şey bile yoktu. Tıpkı Chelsea’nin aptal elbiseleri gibi görünüyordu. Dişlerimi gıcırdatıp, odama çıkarak günlüğü yatağın üzerine fırlattım. Şu günlük tutma işi kadar saçma bir şey olamazdı. Neydim ben, Harry Potter falan mı? Hayatım uçarak, asamı sallayarak mı gerçekleşiyordu? Kayda değer hiçbir şey yoktu ki.
Umarım beğenirsiniz! Bu arada o günlük şeysine fazla aldanmayın, kurgunun hiç alakası yok onunla.
tanıtımın güzel pek fazla hatan yok belki de hiç yoktur en önemlisi okuyuşun göz yormuyor yani okurken eğreti bir şey yok. Rahatlıkla okudum.
Tek sorun ne olduğunu anlamadım ve bende merak uyandırmadı ama yazımın iyi bence
he's like fire and ice and rage. he's like the night and the storm in the heart of the sun. he's ancient and forever. he burns at the centre of time and can see the turn of the universe and... he's wonderful.
Eveet, kimse yorum yapmamış. Ama zaten bunu yorum için yazmıyorum, bilin.
Bu yüzden umursamadan yazmaya devam edeceğim ^^
Birinci bölüm.
Spoiler:
13 Şubat 2012, San Fransisco yakınları.
Tüm kızlar çıkmışken, ferah bir nefes alabilmiştim. Dudaklarımı huzursuzca büzüp, dolabıma yaklaştım. Tam anahtarı deliğine sokacakken, dolabımın yanındaki minyon dolapta 'ölüm tehlikesi' olan işaret gözüme çarpmıştı. Kızların bu dolap hakkında söyledikleri şeyler beynimde canlanmaya başlamıştı. Tuhaf ki, tüm okul bu dolabın hayaletli olduğunu düşünürken, dolabımın yanında olmasına rağmen, bir kere bile gözüm kaymamıştı. Merakla dolabın 'ölüm tehlikesi' işaretinde parmaklarımı dolandırırken, mini şortumun cebine dolap anahtarımı koydum. Sahiden, dolaba yaklaştığım anda, bileğimin iç kısımında bulunan kuru kafaya benzer doğum lekesi yanmaya başlamıştı. Hissetiğim acıya aldırmadan, avucumu işarete bastırdım. Bir anda, tüm renkler ve sesler karışmıştı. Ve sonunda bir karanlık oluştu. Karanlıkta göremezdim, ama bu gerçekten çok karanlıktı. Karanlık mekanda adımlarımı atmaya çalıştım. Daha ilk adımımda, değişik bir his içimi kaplamıştı. Bu his.. şey gibiydi... düşme?
***
Gözlerimi kirpiklerimi görebilecek kapasitede açtığımda, yine karanlık bir ortamda olduğumu fark ettim. Ama en azından burada, küçükte olsa bir ışık demeti tepemdeki oyuktan süzülüyordu. Doğrulmaya çalışırken, üstümde beden dersinde giydiğim beyaz atlet ve eflatun, mini şortun üstümde olmadığını henüz görebilmiştim. Onların yerine, dörtte ikisi tülden yapılmış bir gecelik vardı. Gerçekten, bu geceliği kimin giydirdiğini merak ediyordum. Bunu düşünmem ile birlikte, yanaklarıma kanın daha fazla hücum ettiğini hissettim. Ayağa uyuşmuş bacaklarımı hesaba katmadan kalktım. Soğuk, ayağımla temas ettiğinde tüylerim diken diken olmuştu. Yürümeye devam ederken, bu ıssız yerde tek olmadığımı fark etmem uzun sürmemişti. Bana hiç bakmadan, ateşe dönük şekilde konuşmaya başladı.
"Kraliyet elçileri birazdan burada olur," diye mırıldandı.
Yutkunup, alaycı bir şekilde gülümsedim. "Kraliyet? Neredeyiz biz, İngiltere falan mı?"
Cevap vermedi. Dişlerimi gıcırdattım. "Sen kimsin? Neredeyim? Ne için buradayım? Nasıl geldim? Bu geceliğin üstümde ne işi var? Ne kraliyet-"
"Kapa çeneni, olur mu?" dedi.
Gözlerimi kısarak baktığımda, saçlarının karamel rengi olduğunu gördüm. "HAYIR EFENDİM, ÇENEMİ FALAN KAPATMAYACAĞIM, TAMAM? BANA BURADA NE ARADIĞIMI SÖYLEMELİSİN?"
Yükselttiğim sesime birazda vurgu katınca, cırtlak sesime karşı duramamıştı. Ayağa kalkıp, yanıma ilişti. Bileğimi kavrarken, gözlerime bakıyordu. Bileğimin içinde parmağının ucunu gezdirdi. "Bunu görebiliyor musun? Bu... bir korsan olduğunun kanıtı."
"Ben? Korsan? Hah. Nerede kamera? Nereye el sallamam gerekiyor?" dedim, mavi gözlerinde sarhoş olmamaya çalışırken.
"İnanıp inanmaman sana bağlı," sesi her zamanki gibi -sanki onu çok dinlemiştim de-, kısık çıkıyordu.
Gerilmiş yüz hatlarından, onun ciddi olduğunu fark etmek zor değildi.
"Pekala, sakin olmaya çalışıyorum. Öncelikle, adını söyler misin?"
Gözlerini sıkıca yumdu, bir şeyleri hatırlamaya çalışıyor gibiydi. "Ben... Adımı ve geçmişimi hatırlamıyorum,"
"Ciddi olamazsın?" sesim gereğinden fazla şaşkın çıkıyordu. "Ciddisin? Tanrım!"
Derin bir nefes aldım. "Hey, sana neden bir isim bulmuyoruz?" Parmağımı çeneme dayayarak, düşündüğümü belirttim. "Şey... Alex.. Ah, hayır. Alexander? Olmuyor, yakışmıyor! Hım..." uzun bir süre sonra, yani bir sürü ismi üstünde denedikten sonra, aklıma nihayet bir şey gelmişti. "Buldum, sanırım. Dustin?"
Ateşin başından seslendi. "Ha.. Ne dedin?"
En sinirli halimi takındım. "Seni... boğabilirim, Dustin."
"Ah, şey. Sen hala o konu üzerind-"
"Sana beni dinlemeni söylemiştim!"
Dönüp, bana kaşlarını kaldırarak baktı -bu, onu normaldan 21215342569352 kat şirin gösteriyordu-. "Dinlememi söylememiştin,"
Sakinleşmeye çalıştım. "Görgü kuralları nedir, bilmez misin? Bir insan konuşurken, karşısındaki kişi onu dinlemeli." dedim, ben bu kurallara çok uyuyormuşum gibi.
Derken, mağaraya yaklaşık yirmi veya otuz kişi girdi. Hepsinin üstünde çizgi filmlerdeki tarzdan, kırmızı kostüm vardı. Hatta, bazılarının gözünde bandana ve bazılarının kolları bronz kancadandı.
Bir kaç herif beni kollarımdan yakalayıp, taş zeminde çekiştirerek reisleri olduğunu tahmin ettiğim adamın yanına götürdü. "Sen, sen... Bu gözler, biraz Aquarius'u andırmıyor mu, çocuklar, ha, ne dersiniz?" dedi adam, hırıltıya benzer sesler çıkararak.
Kalabalıktan bir takım nidalar yükselirken, Dustin'in yerinde olmadığını fark ettim. Korkudan kaçmıştı, ha?
Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Siz neden bahsediyorsunuz?" diyebildim.
"Evlat, burası Magnodalian. Kısaca; Korsan Adası."
Adamlardan biri, aynı Dustin'in yaptığı gibi, bileğimi çekip dikkatlice baktı.
Reis -olduğunu tahmin ettiğim kişi- umutsuzca yüzünü buruşturdu. "Pis kan? Bende bir denizkızı diye heveslenmiştim!"
"Biri bana burada ne olduğunu açıklayabilir mi?"
Reis, çenemi kavrayıp, kendine döndürdü. "Korsanlarda kızıl saçlılar pis kandır, anladın mı? Yani melezler."
"Melez derken? Annem?"
Soruma aldırmadan, elindeki yazı altlığına bir şeyler kaydetti. "Adın neydi, evlat?"
"Ben..." Sahiden, adımı unutmuştum? "Elizabeth... Elizabeth Hutchson, sanırım."
Soyadımı söylerken, tüm adamlar bir adım gerilemişti. "Hutchson? Bizim Güzeller Güzeli Aquarius'umuzu cezbeden herif?"
"Benim annemin adı, Aria'ydı," dedim, bunu nasıl hatırladığımı bilemiyordum.
"O, onun Amerika vatandaşlık ismiydi," soyadımla birlikte, Reis'in bile bana karşı tavrı değişmişti. Sesi, şefkatli değil, nefret dolu çıkıyordu.
Dudaklarımı ıslattım. Elimden, inanmaktan başka bir şey gelmiyordu. "Anne-babanı bildiğimize göre, seni Pis-Kan-Töreni'ne sokabiliriz," dedi, sesinde acıma vardı.
Doğrusu, sebebini merak ediyordum.
***
Adanın meydanına geldiğimde, bir kaç bincik insanın, acıyarak ve alayla bana baktığını fark ettim. Hepsinden aynı sözler çıkıyordu; "YAŞAMAYI HAK ETMİYORSUN, PİS KAN!"
Öyle bir söylüyorlardı ki, bir an idam edileceğimi falan sandım. Bileklerimi iple, arkada birleştirmiş kırklı yaşlarındaki adam, ipi çözdükten sonra beni mermer podyuma itti.
Dizlerimin üstünde, umutsuzca beklemeye başladım. Olumsuz tezahüratlar içinde boğulurken, babama nefret besleyen adam, elindeki kağıdı okumaya başladı.
"Elia Hutchson'ın Pis-Kan-Temizleme-Töreni'ne hepiniz hoşgeldiniz!"
"Elizabeth," diye düzelttim.
Elini boş ver manasında salladı. "Öncelikle, biletleri ödeyen insanların hepsi, çok özel konuklarımız! Onlara bir alkış... Ve, biletleri ödemeyenlere ise, yuhalama..." Kalabalık, bir robot gibi, Reis ne derse onu yapıyordu. "...Sevgili Kralımız gelemediği için herkes üzgün, biliyoruz. Ama hareminin son zamanlarda çok ilgiye ihtiyacı var," dedi. "Her neyse, başlayalım!"
Yazmaya çalışırııım. Ayrıca o korsan fikri bayadır aklımdaydı. Her neyse, evet bazı terimler Harry Potter'ı baya andırıyor.
Bu arada Dustin'in gözleri çok güzel, bu yüzden Elizabeth bile kendini tutamaz aodasopf. Neyse, çok teşekkür ederim ^^
Baya ilginç bir şeye benziyor devamı gelirse okuyacağımı bilmelisin.
Bana bir kelime söyle sonsuzluğa ulaşan.
Bana bir hikaye anlat asla unutulmayan.
Bana bir gökyüzü göster karanlıktan daha koyu olan.
Bana bir hayal ver zamanın kalbini kıskandıran.
05 Ksm 2012 0:59
1. sayfa (Toplam 1 sayfa) [ 8 mesaj ]
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız