Umut Işığı Sayfaya git: Önceki, 1, 2, 3 ... 9, 10, 11, Sonraki |
Yazar
Mesaj




Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Alice

8. BÖLÜM İKİ KARDEŞİN GERGİN BULUŞMASI
Tüm bu olanlara bir anlam veremiyordum. Çünkü hayatımda kendimi hiç bu kadar karmaşık duygular içerisinde hissetmemiştim. En yakın arkadaşımın bir kızı vardı. Bu durumda Minako evli olmalıydı. Tüm bunları düşünürken uyuya kalmışım.
Bir rüya gördüm. Kendimi yine o soğuk ve kapkaranlık mağaranın içinde buldum. Birden ayak sesleri duydum. Sonra uzaklarda bir yerlerde gün ışığının olduğunu fark ettim. Buzlarla kaplı bu mağaraya nasıl gün ışığı girebilirdi ki?
Duyduğum ayak seslerinin giderek bana doğru yaklaştığını hissettim. Bir adam sesi “Nasıl? Yaran iyileşti mi?” diye sordu. Bir diğer ses ise “Evet, iyileşti. Fakat senin yaşam enerjinin bir kısmını çalmış oldum. Keşke benim hayatımı kurtarmasaydın.” dedi. Gün ışığı bana doğru giderek yaklaşıyordu. Bu iki adamın yüzlerini görebiliyordum artık. Adamlardan birisi Hiroshi’ydi. Diğeri ise Cesur Şövalye. Hiroshi birden duraksadı:”Ne yani? Seni kendi ellerimle ölüme mi terk etseydim?” Cesur Şövalye ise “Evet, beni öldürebilirdin. Unutma Hiroshi, okulun bahçesinde kılıcı tam boğazıma dayayan sendin.” dedi. Bunun üzerine Hiroshi “Seni öldürebilirdim. Çok haklısın. Fakat sana bir can borcum vardı. Onu ödemiş oldum.” dedi kızgın bir yüz ifadesiyle. Sonra ikisi de hiç konuşmadan ilerlemeye devam ettiler.
Onlar yollarına devam ederken ikisine de seslendim. Fakat ikisi de beni ne duydular ne de gördüler. Ben de çağresizce onların yollarına devam edişlerini izledim. Hiroshi’nin elinde bir hançer vardı. Bu hançer benim hançerimdi. Daha doğrusu Cesur Şövalye’nin bana verdiği hançerdi. Hiroshi birden duraksayarak Cesur Şövalye’ye “Bu sesi sen de duydun mu?” dedi. Cesur Şövalye “Hangi se...” dedi ve birden gözleri faltaşı gibi açıldı. Ben de onların baktıkları yöne doğru baktım. Çünkü gerçekten de tam önlerinde ilginç yaratıklar duruyordu. Bu yaratıkların vücudu normal bir insan vücuduydu. Fakat yüzleri bir kurdun yüzünü andırıyorlardı. Hiroshi Cesur Şövalye’nin kulağına bir şeyler fısıldadı. Cesur Şövalye’yse Hiroshi’nin söylediklerini başıyla onayladı. Sonra Hiroshi sessizce “1... 2... ve... 3.” Dedikten sonra ikisi de kaçmak için arkalarını döndüler. Fakat bu yaratıklar ikisinin etrafını sarmışlardı. Üstelik nereden baksanız sayıları elliye yakındır. Cesur Şövalye’yle Hiroshi sırt sırta dayandılar ve Cesur Şövalye “N’yapacağız? Bu yaratıkların sayısı bizden oldukça fazla. Onları yenmemiz imkansız.” dedi. Hiroshi’yse “Onlarla savaşmaktan başka çağremiz yok. Bu yaratıklar tarafından esir alınmaktansa savaşarak ölmeyi tercih ederim.” dedi.
İkisi tam yaratıklara meydan okuyacağı zaman uykumdan uyandım. Daha doğrusu uyandırıldım. Alice bana sabah olduğunu ve eğer bir an önce kalkmazsam sönmüş yanardağda bulunan melekleri bulamayacağımızı söyledi. Ben de zorda olsa kalktım. Sonra dördümüz yola koyulduk.
Aradan neredeyse birkaç saat geçti ve biz burda bulunan kayıp melekleri hala bulamadık. En sonunda ben sinirli bir biçimde “Of yaa! Şu melekleri ne zaman bulacağız? Ben çok yoruldum. Daha fazla devam edemeyeceğim.” dedim. Chris bana doğru dönerek “Hayatım boyunca Alice kadar mız mız birinin olmadığını düşünürdüm. Ama yanılmışım. Sen ondan da beter çıktın.” dedi kızgın bir ses tonuyla. Alice ve ben bir ağızdan “Ne dedin seeeenn! Asıl mız mız olan sen misin, biz miyiz? Haaa!?...”diye bağırdık. Chris “Boşu boşuna çene çalmaktan başka bir şey yapmıyorsunuz.” dedi uysal bir tavırla. Bunun üzerine Alice ters ters yürüyerek “Sanki senin yaptığın çok farksız da se...” konuşması yarıda kaldı. Ne olduysa o anda oldu zaten.
Başka bir boyuta açılan kapı Alice’i içine çekiyordu. Prenses Aki, Chris ve ben de Alice’i kendimize doğru çekmeye çalıştık. Fakat olmadı. Biz yere kapaklandık. Alice ise ortadan kayboldu. Sadece Alice değil aslında. Onu içine çeken kapı da kayboldu. Chris “Hayııııırr!...” diye bağırıyordu. Prensesle ben sadece Chris’in haykırışlarını dinlemekle yetindik. Kısa bir süre sonra Chris ağladığı belli olmasın diye gözlerindeki yaşları sildi: “Alice için yapacağımız hiçbir şey yok artık. Yolumuza devam etsek iyi olacak.” dedi ve üçümüz yolumuza devam ettik.
Kısa bir süre sonra önümüzde iki yol belirdi. Bu yollardan birisinin bizi diğer meleklere ulaştıracağını biliyorduk. Tam soldaki yoldan gidecekken sağdaki yolda ağlayan bir kadının sesini duyduk. Prenses Aki “Sanırım kayıp meleklerin nerde olduğunu biliyoruz artık.” dedi. Chris ve ben prensesin söylediklerini başımızla onayladık ve sağ yoldan yürümeye başladık.
Gittiğimiz yol ilk başlarda oldukça genişti. Fakat yolda ilerledikçe yol daralıyordu. Hatta emekleyerek gittiğimiz de olmuştu. Chris “Burda meleklerin bulunacağını sanmıyorum. Yol oldukça dar. Sanırım yanlış yöne doğru gidiyoruz.” dedi. Prenses ise “Hayır. Doğru yoldayız. Çünkü sesler giderek çoğalıyor.” dedi. Hepimiz sıkış tokuş ilerlerken bu işkencenin ne zaman biteceğini düşünüyorduk.
Aniden tünelin kocaman bir yere açıldığını gördük. Tünelden ilk prenses, sonra ben, en sona Chris çıktı. İlerledikçe ilerledik. Ağlayan kadının sesi yanardağda yankılanıyordu. Kadın “Böyle ölemezsin. Böyle ölmene izin veremem.” diyordu.
Sesin geldiği yöne iyice yaklaştık. Tam karşımızda Hitomi’yi otururken bulduk. Ağlıyordu. Bir de Haruka’yı (Hitomi’nin sevgilisi) gördük. Baygın bir halde Hitomi’nin kolları arasındaydı. Hitomi ona sımsıkı sarılıyordu. Chris endişeli bir şekilde “N’oldu? Haruka’nın nesi var?” dedi. Hitomi “Drakon... Drakon bana saldırmıştı. Fakat Haruka kendini benim önüme atınca o zehirlendi.” dedi. Ben prensesimize “Drakon da ne?” diye bir soru sordum. Prenses ise bana şu yanıtı verdi:”Drakon, belden aşağısı sümüklü böcek, belden yukarısı ise yılan olan yaratıklar. Çok geç kalmamışsak eğer Haruka’yı kurtarabiliriz.”
Chris yılanın drakonun soktuğu yere doğru baktı. Bu iğirenç yaratık Haruka’nın srtını sokmuş. Fakat öyle bir somuş ki Haruka’nın yarası bakılamayacak kadar kötü görünüyordu. Chris “Ona acilen erik çiçeği vermeliyiz.” diyerek Haruka’yı kucakladı. Hepimiz Chris’i takip ettik.
Birkaç dakika boyunca uçtuk. Hitomi “Bakın!” diye bağırdı “Biraz ilerde masmavi gökyüzü var.” Hitomi haklıydı. Sanki yüzyıllardır bulutları görmüyormuş gibi hissettim kendim.
En sonunda dışarı çıkmıştık. Tam altımızda şekli eriğe benzeyen çiçekler vardı. Biraz ilerde ise deniz. Hepimiz yavaşça çiçeklerin olduğu yere süzüldük. Chris Haruka’yı yere yatırdı ve çiçeklerden birini kökünden kopardı. Chris Haruka’nın ağzını açtı ve çiçeğin içinden çıkan vıcık vıcık sıvıyı ona içirdi. Birkaç saniye sonra Haruka öksürmeye başladı. Sonra gözlerini açar açmaz Chris’e “Demek hayatımı sen kurtardın. Böyle bir şey yapacağın bir an olsun aklıma bile gelmemişti.” dedi. Chris Harka’ya doğru dönerek “Ben de tahmin etmezdim.” dedi “Ölmene izin veremezdim. Çünkü Hiroshi’den intikamımı aldıktan sonra sıra sana gelecek.” Chris’in tüm bu söylediklerini Haruka başıyla onayladı.
Ben ortamdaki gergin havayı bozmak için sordum: “Sıradaki durak neresi?” Haruka yattığı yerden doğruldu ve tam karşımızda duran adayı göstererek “Orası!” dedi. Gün batımında hepimiz o adaya doğru baktık.
Tüm bu olanlara bir anlam veremiyordum. Çünkü hayatımda kendimi hiç bu kadar karmaşık duygular içerisinde hissetmemiştim. En yakın arkadaşımın bir kızı vardı. Bu durumda Minako evli olmalıydı. Tüm bunları düşünürken uyuya kalmışım.
Bir rüya gördüm. Kendimi yine o soğuk ve kapkaranlık mağaranın içinde buldum. Birden ayak sesleri duydum. Sonra uzaklarda bir yerlerde gün ışığının olduğunu fark ettim. Buzlarla kaplı bu mağaraya nasıl gün ışığı girebilirdi ki?
Duyduğum ayak seslerinin giderek bana doğru yaklaştığını hissettim. Bir adam sesi “Nasıl? Yaran iyileşti mi?” diye sordu. Bir diğer ses ise “Evet, iyileşti. Fakat senin yaşam enerjinin bir kısmını çalmış oldum. Keşke benim hayatımı kurtarmasaydın.” dedi. Gün ışığı bana doğru giderek yaklaşıyordu. Bu iki adamın yüzlerini görebiliyordum artık. Adamlardan birisi Hiroshi’ydi. Diğeri ise Cesur Şövalye. Hiroshi birden duraksadı:”Ne yani? Seni kendi ellerimle ölüme mi terk etseydim?” Cesur Şövalye ise “Evet, beni öldürebilirdin. Unutma Hiroshi, okulun bahçesinde kılıcı tam boğazıma dayayan sendin.” dedi. Bunun üzerine Hiroshi “Seni öldürebilirdim. Çok haklısın. Fakat sana bir can borcum vardı. Onu ödemiş oldum.” dedi kızgın bir yüz ifadesiyle. Sonra ikisi de hiç konuşmadan ilerlemeye devam ettiler.
Onlar yollarına devam ederken ikisine de seslendim. Fakat ikisi de beni ne duydular ne de gördüler. Ben de çağresizce onların yollarına devam edişlerini izledim. Hiroshi’nin elinde bir hançer vardı. Bu hançer benim hançerimdi. Daha doğrusu Cesur Şövalye’nin bana verdiği hançerdi. Hiroshi birden duraksayarak Cesur Şövalye’ye “Bu sesi sen de duydun mu?” dedi. Cesur Şövalye “Hangi se...” dedi ve birden gözleri faltaşı gibi açıldı. Ben de onların baktıkları yöne doğru baktım. Çünkü gerçekten de tam önlerinde ilginç yaratıklar duruyordu. Bu yaratıkların vücudu normal bir insan vücuduydu. Fakat yüzleri bir kurdun yüzünü andırıyorlardı. Hiroshi Cesur Şövalye’nin kulağına bir şeyler fısıldadı. Cesur Şövalye’yse Hiroshi’nin söylediklerini başıyla onayladı. Sonra Hiroshi sessizce “1... 2... ve... 3.” Dedikten sonra ikisi de kaçmak için arkalarını döndüler. Fakat bu yaratıklar ikisinin etrafını sarmışlardı. Üstelik nereden baksanız sayıları elliye yakındır. Cesur Şövalye’yle Hiroshi sırt sırta dayandılar ve Cesur Şövalye “N’yapacağız? Bu yaratıkların sayısı bizden oldukça fazla. Onları yenmemiz imkansız.” dedi. Hiroshi’yse “Onlarla savaşmaktan başka çağremiz yok. Bu yaratıklar tarafından esir alınmaktansa savaşarak ölmeyi tercih ederim.” dedi.
İkisi tam yaratıklara meydan okuyacağı zaman uykumdan uyandım. Daha doğrusu uyandırıldım. Alice bana sabah olduğunu ve eğer bir an önce kalkmazsam sönmüş yanardağda bulunan melekleri bulamayacağımızı söyledi. Ben de zorda olsa kalktım. Sonra dördümüz yola koyulduk.
Aradan neredeyse birkaç saat geçti ve biz burda bulunan kayıp melekleri hala bulamadık. En sonunda ben sinirli bir biçimde “Of yaa! Şu melekleri ne zaman bulacağız? Ben çok yoruldum. Daha fazla devam edemeyeceğim.” dedim. Chris bana doğru dönerek “Hayatım boyunca Alice kadar mız mız birinin olmadığını düşünürdüm. Ama yanılmışım. Sen ondan da beter çıktın.” dedi kızgın bir ses tonuyla. Alice ve ben bir ağızdan “Ne dedin seeeenn! Asıl mız mız olan sen misin, biz miyiz? Haaa!?...”diye bağırdık. Chris “Boşu boşuna çene çalmaktan başka bir şey yapmıyorsunuz.” dedi uysal bir tavırla. Bunun üzerine Alice ters ters yürüyerek “Sanki senin yaptığın çok farksız da se...” konuşması yarıda kaldı. Ne olduysa o anda oldu zaten.
Başka bir boyuta açılan kapı Alice’i içine çekiyordu. Prenses Aki, Chris ve ben de Alice’i kendimize doğru çekmeye çalıştık. Fakat olmadı. Biz yere kapaklandık. Alice ise ortadan kayboldu. Sadece Alice değil aslında. Onu içine çeken kapı da kayboldu. Chris “Hayııııırr!...” diye bağırıyordu. Prensesle ben sadece Chris’in haykırışlarını dinlemekle yetindik. Kısa bir süre sonra Chris ağladığı belli olmasın diye gözlerindeki yaşları sildi: “Alice için yapacağımız hiçbir şey yok artık. Yolumuza devam etsek iyi olacak.” dedi ve üçümüz yolumuza devam ettik.
Kısa bir süre sonra önümüzde iki yol belirdi. Bu yollardan birisinin bizi diğer meleklere ulaştıracağını biliyorduk. Tam soldaki yoldan gidecekken sağdaki yolda ağlayan bir kadının sesini duyduk. Prenses Aki “Sanırım kayıp meleklerin nerde olduğunu biliyoruz artık.” dedi. Chris ve ben prensesin söylediklerini başımızla onayladık ve sağ yoldan yürümeye başladık.
Gittiğimiz yol ilk başlarda oldukça genişti. Fakat yolda ilerledikçe yol daralıyordu. Hatta emekleyerek gittiğimiz de olmuştu. Chris “Burda meleklerin bulunacağını sanmıyorum. Yol oldukça dar. Sanırım yanlış yöne doğru gidiyoruz.” dedi. Prenses ise “Hayır. Doğru yoldayız. Çünkü sesler giderek çoğalıyor.” dedi. Hepimiz sıkış tokuş ilerlerken bu işkencenin ne zaman biteceğini düşünüyorduk.
Aniden tünelin kocaman bir yere açıldığını gördük. Tünelden ilk prenses, sonra ben, en sona Chris çıktı. İlerledikçe ilerledik. Ağlayan kadının sesi yanardağda yankılanıyordu. Kadın “Böyle ölemezsin. Böyle ölmene izin veremem.” diyordu.
Sesin geldiği yöne iyice yaklaştık. Tam karşımızda Hitomi’yi otururken bulduk. Ağlıyordu. Bir de Haruka’yı (Hitomi’nin sevgilisi) gördük. Baygın bir halde Hitomi’nin kolları arasındaydı. Hitomi ona sımsıkı sarılıyordu. Chris endişeli bir şekilde “N’oldu? Haruka’nın nesi var?” dedi. Hitomi “Drakon... Drakon bana saldırmıştı. Fakat Haruka kendini benim önüme atınca o zehirlendi.” dedi. Ben prensesimize “Drakon da ne?” diye bir soru sordum. Prenses ise bana şu yanıtı verdi:”Drakon, belden aşağısı sümüklü böcek, belden yukarısı ise yılan olan yaratıklar. Çok geç kalmamışsak eğer Haruka’yı kurtarabiliriz.”
Chris yılanın drakonun soktuğu yere doğru baktı. Bu iğirenç yaratık Haruka’nın srtını sokmuş. Fakat öyle bir somuş ki Haruka’nın yarası bakılamayacak kadar kötü görünüyordu. Chris “Ona acilen erik çiçeği vermeliyiz.” diyerek Haruka’yı kucakladı. Hepimiz Chris’i takip ettik.
Birkaç dakika boyunca uçtuk. Hitomi “Bakın!” diye bağırdı “Biraz ilerde masmavi gökyüzü var.” Hitomi haklıydı. Sanki yüzyıllardır bulutları görmüyormuş gibi hissettim kendim.
En sonunda dışarı çıkmıştık. Tam altımızda şekli eriğe benzeyen çiçekler vardı. Biraz ilerde ise deniz. Hepimiz yavaşça çiçeklerin olduğu yere süzüldük. Chris Haruka’yı yere yatırdı ve çiçeklerden birini kökünden kopardı. Chris Haruka’nın ağzını açtı ve çiçeğin içinden çıkan vıcık vıcık sıvıyı ona içirdi. Birkaç saniye sonra Haruka öksürmeye başladı. Sonra gözlerini açar açmaz Chris’e “Demek hayatımı sen kurtardın. Böyle bir şey yapacağın bir an olsun aklıma bile gelmemişti.” dedi. Chris Harka’ya doğru dönerek “Ben de tahmin etmezdim.” dedi “Ölmene izin veremezdim. Çünkü Hiroshi’den intikamımı aldıktan sonra sıra sana gelecek.” Chris’in tüm bu söylediklerini Haruka başıyla onayladı.
Ben ortamdaki gergin havayı bozmak için sordum: “Sıradaki durak neresi?” Haruka yattığı yerden doğruldu ve tam karşımızda duran adayı göstererek “Orası!” dedi. Gün batımında hepimiz o adaya doğru baktık.


Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Alice
9. BÖLÜM ANEKO’NUN ÇOCUKLUĞU
Akşam vakti demeden hepimiz denizin üzerinden adaya doğru uçtuk. Hepimiz öylesine yorulmuştuk ki... Üstelik ben iki akşamdır hiçbir şey yiyememimştim. Uçarken sürekli karnım gurulduyordu. En sonunda Chris benim benim karnımın guruldama sesine dayanamayarak “Karnını biraz daha tutamaz mısın! Adaya birazdan varacağız zaten. O zaman ağaçlardaki erikleri ve kirazları koparıp yersin.” dedi sinirli bir ses tonuyla. Ben de Chris’e “Açım! İki gündür hiçbir şey yemiyorum. Aç kalmak benim suçum değil. Bu yüzden bana kızamazsın.” diye bağırdım. Chris ses tonunu biraz daha yumuşatarak ama yine de sinirli bir ses tonuyla “Ben bir haftadır hiçbir şey yemedim.” dedi. Bunun üzerine ben hiçbir şey demeden sadece uçtum. Herkese göz gezdirdim. Hepimiz yorgunduk. Fakat Chris fazlasıyla yorgun görünüyordu. Daha önce buna hiç dikkat etmemiştim.
Kısa süren bir sessizliğin ardından Haruka yanıma geldi ve kulağıma “Bir dakikalığına baksana. Chris çok sinirli olduğundan dolayı sana sormak istedim.” diye fısıldadı. Ben tabi ki dedikten sonra Haruka bana sormak istediği soruyu sordu:”Alice nerde? Biliyor musun?” Ben de Haruka’nın kulağına doğru eğilerek: “Sizi bulmak için sönmüş yanardağda yürürken Alice tam arkasında duran boyut kapısını görmedi. Kapı onu içine çekti. Her ne kadar Alice’i kurtarmaya çalışsak da başaramadık.” Haruka’nın kahverengi gözleri büyük bir kederle dalgalanan denize bakıyorken “Anladım.” dedi.
Uzuuuuunn!... Bir yolculuktan sonra nihayet adaya ulaşmıştık. Chris elindeki oyun kartlarından birini yere fırlattı ve kart alev aldı. Hitomi “Bu geceyi burada mı geçireceğiz?” diye sordu. Chris Hitomi’yi tersleyerek “Beğenemedin mi?” dedi. Hitomi “Ben doğayla iç içe olmayı severim Chris.” dedi “Sadece yola devam edecek miyiz, etmeyecek miyiz onu merak ettim.” Chris “Sabah devam ederiz. Ben yatıyorum. Size iyi geceler.” dedikten sonra sırtı dönük bir şekilde yerde büzüldü. Haruka “Burada bir sürü erik ağacı var. Ben birazerik toplayacağım. Benimle gelecek olan var mı?” dedi. Hitomi ayağa kalkarak “Ben seninle gelirim. Hem konuşmak istediğim bazı konular var.” dedi. Haruka Hitomi’nin söylediklerini başıyla onyladı. Sonra ikisi de gittiler.
Ateşin başında bir tek prensesle ben kalmıştık. Prenses Aki: “Bir şey demeyecek misin?” Ben: “Bilemiyorum. Tüm bu yaşadıklarım... daha doğrusu yaşadıklarımız çok ilginç değil mi? Üstelik ben şu anda ailemin yanında olmak istiyorum.” Prenses Aki bana doğru dönerek “Ben de şu anda ailemin yanında olmak isterdim. Ama öncelikle Hiroshi’yi bulup ona kılıcını vermemiz gerek.” dedi. Ben:” Eğer izin verirseniz bir şey sorabilir miyim prensesim.” Prenses Aki “Elbette sorabilirsin.” dedi. Ben sorumu sordum: “Neden Hiroshi kılıcı olmadan Kayıp Şehrin kapılarını açamıyor? Daha da önemlisi siz Hiroshi’den çok daha güçlü olmanıza rağmen nasıl olur da elinizden hiçbir şey gelmiyor?” Prenses Aki gözlerini ateşe doğru dikerek “Çünkü... Çünkü Kral ve Kraliçe büyük hizmetlerinden dolayı bir tek Hiroshi’ye Kayıp Şehrin kapılarını açma yetkisini verdiler. Kılıç meselesine gelecek olursak... Hiroshi’ye üstün melek güçlerini veren bu kılıç. Bu kılıç sayesinde çok güçlü bir melek oldu. Çünkü güçlerini mühürleyip normal bir insan olarak yaşamak isteyen meleklerin güçleri bu kılıcın içinde saklı.” dedi. Sonra ayağa kalkarak “Ben yatacağım. İyi geceler.” dedi. Ben de aynısını dedim. Prenses Aki uyuduktan sonra Haruka’yla Hitomi’yi bekleyeyim dedim ama olmadı. Çünkü ağır basan uykuma yenik düştüm.
Bir rüya gördüm. Bu sefer buzlarla kaplı mağarada değil yıkık dökük binaların olduğu bir şehirdeydim. Belli ki burada yıllar öncesinde çok büyük bir deprem olmuştu ve insanlar burayı terk etmişlerdi. En azından uzaktan bakanlara böyle bir his veriyordu. Ama burası buzlarla kaplı mağaradan da ürkütücüydü. Çünkü etrafta ölmüş insanların iskeletleri vardı. Biraz ilerdeki ayak seslerini işttim. Ne olduğunu anlamadan tam karşımda bir adam gördüm: Dark. Fakat rüyada olduğum için Dark beni görmeden içimden geçti ve bir şeyle mırıldandı: “Hep aynı şeyler işte. Çocukluğuma yeniden geri döndüm.” Dark’ın bahsettiklerinden bir şey anlamamıştım. Biraz daha ilerlemeye karar verdim. Bir ateşin yandığını gördüm. Ateşin başında da Cesur Şövalyeyi otururken gördüm. Fakat bitkin bir haldeydi. Hemen yanında oturan koyu yeşil saçlı bir kadın gördüm: Aneko. Aneko oturduğu yerde sürekli ağlıyordu. Neden ağladığını öğrenmek için biraz daha yaklaştım. Bir de ne göreyim!? Hiroshi yaralı bir halde yerde yatıyordu. Böğrüne bir şeyler saplanmış olacak ki sürekli kan akıyordu. Aneko ise Hiroshi’nin başını kucağına koymuş ve sihir gibi bir şey yaparak yarasını iyileştirmeye çalışıyordu. Cesur Şövalye “İnan bana Aneko nasıl olduğunu anlamadım. Kurt adamlar beni köşeye sıkıştırınca Hiroshi defolun diye bağırıp Amy’nin hançerini duvara sapladı. Sonra deprem oldu. Buz sarkıtları üzerimize düşmeye başladı. Mağara tam yıkılacakken Hiroshi’yle ben boyut kapısından geçtik. Fakat sonradan Hiroshi’nin baygın olduğunu fark ettim.” dedi. Aneko ağlayarak “Aptal!” dedi “O gücünü uygulayınca yaşam enerjisinin yüzde 40’ı tükeniyor. Ama beni dinleyen kim?” Aneko bir an duraksadı: “Senin yaran nasıl? İyileşebildin mi?” Cesur Şövalye: “Uzun bir süre yürüyebileceğimi sanmıyorum. Bacaklarımı son altı saattir hiç kımıldatamadım.”
Bu duyduklarıma inanamadım. Nasıl olurdu da Cesur Şövalye yürüyemezdi? Buna imkan yoktu. Her zaman bizim yardımımıza koşan bir kahramanın bu sefer bizim yardımımıza ihtiyacı vardı. Fakat ben ona yardım edemiyordum. Çünkü ona öylesine uzaktım ki... Daha sonra bu endişelerimi Cesur Şövalye’nin Aneko’ya seslenişi bozdu.
Cesur Şövalye: “Aneko!”
Aneko gözyaşlarını silerek “Efendim.” dedi. Cesur Şövalye “Hiroshi için böyle çok gözyaşı döktüğüne göre o senin için çok değerli birisi olmalı.” dedi. Anako Hiroshi’nin altın sarısı saçlarını okşayarak: “Evet, öyle.”
Cesur Şövalye: “Peki onu senin için bu kadar değerli kılan şey nedir?”
Aneko: “Her şey... Bak Cesur Şövalye, ben daha bebekken annemle babam öldüler. Ben yıllarca aile hayatı yaşamadan yokluklar içerisinde büyüdüm. Fakat yıllar sonra Hiroshi’yle karşılaştım. O zamandan beri hayatım çok değişti. Bana sevmenin ve sevilmenin ne demek olduğunu öğreten oydu. O yıllardır benim ailem oldu. Bu yüzden benim için bu kadar çok değerli.”
Cesur Şövalye Aneko’ya: “Hiroshi’yle nasıl tanıştığınızı bana tam olarak anlatsana.”
Aneko: “Elbette.”
Cesur Şövalye: “Mümkünse Darkla’da nasıl tanıştığını öğrenmek istiyorum.”
Aneko: “Peki.” dedi ve “Özel güçlere sahip olduğun için sen bilirsin Cesur Şövalye. Biz melekler yüzyıllardır yaşayabiliriz. Ben de M.Ö. 1500-2000 yıllarından beri yaşıyorum. O zamanlar köle ticareti denen bir şey vardı. Ben de bir köleydim. Nasıl olduğunu ben de bilmiyorum ama bir zindana atılmıştım. Zindanda kanlar içinde olanlar, ölüler, hatta açlıktan insanlarla beslenenler bile vardı. Henüz yedi yaşındaydım. Daha çok küçüktüm. Zindanda öyle tip tip insanlar vardı ki hepsinden korkuyordum. Zindana atılmadan önce bana işkence yapmışlardı. Yaralı bir haldeydim. Öylesine çağresizdim ki...
Zindanda ölen insanlara ne oldu bilmiyorum ama diğer yaşayanları zenginlere satmışlardı. Birgün zindanda sadece 16-17 yaşlarında bir kız ve ben kalmıştık. Kız bana kötü kötü bakarak “Korkuyor musun ufaklık?” diye sordu. Ben evet manasında başımı salladım. Kız “Bence de korkmalısın.” dedikten sonra siyah kılları olan bir yaratığa dönüştü. Öyle korkmuştum ki ne yapacağımı bilemedim. Canavar bana saldırdığı an kenara çekildim. Canavar başını duvara çarpmıştı ama sadece tökezledi. Tekrar saldırmak için koşturdu. Tam kenara çekilecektim fakat arkamdan bir canavar beni öylesine sıkı tuttu ki kıpırdayamadım. Etrafımı canavarlar sarmıştı. Tam sonumun geldiğini düşünürken masmavi bir ışık canavarlardan birini eritti. Tüm canavarlar ışığın geldiği yöne döğru baktı. Fakat beni esir alan canavar dışında hepsi erimişti. Canavar mavi ışığı saçan çocuğa “Yaklaşacak olursan eğer bu kızı öldürürüm.” dedi. Canavarları eriten çocuk elinde tuttuğu kılıcı bıraktı ve “Tamam. Pes ediyorum.” dedi. Canavar beni bir kenara fırlatıp kılıcını yere bırakan kişiye saldırdı. Çocuk kılıcını yerden aldı ve canavarın tam kalbine sapladı. Canavarsa buharlaştı.
Ben öylesine korkmuştum ki titreyerek yerde yatıyordum. Sonra çocuk elindeki kılıcı yere bırakarak banadoğru yaklaştı ve elini uzatarak “Kalkmana yardım edebilir miyim?” dedi. Ben de “Sen canavar değilsin ama değil mi?” dedim. Çocuk hayır manasında başını salladı ve “Benim adım Hiroshi. Seninki ne?”dedi. Ben de kekeleyerek “A-Aneko.” dedim. Hiroshi “Haydi ver elini bana.” dedikten sonra hiç çekinmemiş bir şekilde ona doğru elimi uzattım. Hiroshi beni yerden kaldırdıktan sonra “Senin bir ailen var mı?” diye sordu. Ben de “Hayır, ben daha küçükken ölmüşler.” dedim. Hiroshi: “Aneko! Sen hayatın boyunca hiç uçtun mu?” Ben: “Hayır.” Hiroshi: “Peki uçmak ister miydin?” Ben evet manasında başımı salladım. Hiroshi birden bana sarıldı ve o an kanatlarım oldu. Tıpkı Hiroshi’nin kanatları gibi. Hiroshi birden yere eğildi ve yüzüme bakarak “Ben de senin gibiyim Aneko. Ben çok küçük yaşlardayken benim de annem öldü. Babam kim onu hiç bilmiyorum. Ama benim altı yaşında bir kız kardeşim var. Ben ondan üç yaş büyüğüm. Eğer istersen onun ağabeyi olduğum gibi senin de ağabeyin olabilirim. Üçümüz bir aile olabiliriz. Kabul mü?” dedi. Ben de gözlerime inanamayarak hemen kabul ettim. Sonra Hiroshi kılıcını yerden aldı ve elimi tutarak benimle birlikte uçtu.”
Tüm bu duyduklarıma inanamadım. Ama Aneko için Hiroshi’nin neden bu kadar değerli olduğunu anlayabiliyordum. Çünkü benim de bir ağabeyim vardı ve ben de onu kaybetmeyi hiç istemezdim.
Birden uyandım. Baktım ki gün daha yeni doğuyor. Herkes uyuyordu. Fakat Haruka’yla Hitomi’yi hiçbir yerde göremiyordum. Onları aramaya karar verdim. Erik ağaçlarının arasında dolanıp durdum. En sonunda ikisini bir erik ağacının altında uyurken buldum. Arkamdan gelen küçük bir kız sesi duydum “Arkadaşların uyumuşlar öyle değil mi? Sen de onlar gibi uyumak ister misin?” dedi ve kıvırcık mavi saçları ve kahverengi gözleri olan küçük kız birden dört yüzü olan bir şeye dönüştü. Kızın yüzlerinden birisi kahkaha atıyor, diğeri öfkeleniyor, öbürü ağlıyor ve sonuncusu da şaşırıyordu.
Akşam vakti demeden hepimiz denizin üzerinden adaya doğru uçtuk. Hepimiz öylesine yorulmuştuk ki... Üstelik ben iki akşamdır hiçbir şey yiyememimştim. Uçarken sürekli karnım gurulduyordu. En sonunda Chris benim benim karnımın guruldama sesine dayanamayarak “Karnını biraz daha tutamaz mısın! Adaya birazdan varacağız zaten. O zaman ağaçlardaki erikleri ve kirazları koparıp yersin.” dedi sinirli bir ses tonuyla. Ben de Chris’e “Açım! İki gündür hiçbir şey yemiyorum. Aç kalmak benim suçum değil. Bu yüzden bana kızamazsın.” diye bağırdım. Chris ses tonunu biraz daha yumuşatarak ama yine de sinirli bir ses tonuyla “Ben bir haftadır hiçbir şey yemedim.” dedi. Bunun üzerine ben hiçbir şey demeden sadece uçtum. Herkese göz gezdirdim. Hepimiz yorgunduk. Fakat Chris fazlasıyla yorgun görünüyordu. Daha önce buna hiç dikkat etmemiştim.
Kısa süren bir sessizliğin ardından Haruka yanıma geldi ve kulağıma “Bir dakikalığına baksana. Chris çok sinirli olduğundan dolayı sana sormak istedim.” diye fısıldadı. Ben tabi ki dedikten sonra Haruka bana sormak istediği soruyu sordu:”Alice nerde? Biliyor musun?” Ben de Haruka’nın kulağına doğru eğilerek: “Sizi bulmak için sönmüş yanardağda yürürken Alice tam arkasında duran boyut kapısını görmedi. Kapı onu içine çekti. Her ne kadar Alice’i kurtarmaya çalışsak da başaramadık.” Haruka’nın kahverengi gözleri büyük bir kederle dalgalanan denize bakıyorken “Anladım.” dedi.
Uzuuuuunn!... Bir yolculuktan sonra nihayet adaya ulaşmıştık. Chris elindeki oyun kartlarından birini yere fırlattı ve kart alev aldı. Hitomi “Bu geceyi burada mı geçireceğiz?” diye sordu. Chris Hitomi’yi tersleyerek “Beğenemedin mi?” dedi. Hitomi “Ben doğayla iç içe olmayı severim Chris.” dedi “Sadece yola devam edecek miyiz, etmeyecek miyiz onu merak ettim.” Chris “Sabah devam ederiz. Ben yatıyorum. Size iyi geceler.” dedikten sonra sırtı dönük bir şekilde yerde büzüldü. Haruka “Burada bir sürü erik ağacı var. Ben birazerik toplayacağım. Benimle gelecek olan var mı?” dedi. Hitomi ayağa kalkarak “Ben seninle gelirim. Hem konuşmak istediğim bazı konular var.” dedi. Haruka Hitomi’nin söylediklerini başıyla onyladı. Sonra ikisi de gittiler.
Ateşin başında bir tek prensesle ben kalmıştık. Prenses Aki: “Bir şey demeyecek misin?” Ben: “Bilemiyorum. Tüm bu yaşadıklarım... daha doğrusu yaşadıklarımız çok ilginç değil mi? Üstelik ben şu anda ailemin yanında olmak istiyorum.” Prenses Aki bana doğru dönerek “Ben de şu anda ailemin yanında olmak isterdim. Ama öncelikle Hiroshi’yi bulup ona kılıcını vermemiz gerek.” dedi. Ben:” Eğer izin verirseniz bir şey sorabilir miyim prensesim.” Prenses Aki “Elbette sorabilirsin.” dedi. Ben sorumu sordum: “Neden Hiroshi kılıcı olmadan Kayıp Şehrin kapılarını açamıyor? Daha da önemlisi siz Hiroshi’den çok daha güçlü olmanıza rağmen nasıl olur da elinizden hiçbir şey gelmiyor?” Prenses Aki gözlerini ateşe doğru dikerek “Çünkü... Çünkü Kral ve Kraliçe büyük hizmetlerinden dolayı bir tek Hiroshi’ye Kayıp Şehrin kapılarını açma yetkisini verdiler. Kılıç meselesine gelecek olursak... Hiroshi’ye üstün melek güçlerini veren bu kılıç. Bu kılıç sayesinde çok güçlü bir melek oldu. Çünkü güçlerini mühürleyip normal bir insan olarak yaşamak isteyen meleklerin güçleri bu kılıcın içinde saklı.” dedi. Sonra ayağa kalkarak “Ben yatacağım. İyi geceler.” dedi. Ben de aynısını dedim. Prenses Aki uyuduktan sonra Haruka’yla Hitomi’yi bekleyeyim dedim ama olmadı. Çünkü ağır basan uykuma yenik düştüm.
Bir rüya gördüm. Bu sefer buzlarla kaplı mağarada değil yıkık dökük binaların olduğu bir şehirdeydim. Belli ki burada yıllar öncesinde çok büyük bir deprem olmuştu ve insanlar burayı terk etmişlerdi. En azından uzaktan bakanlara böyle bir his veriyordu. Ama burası buzlarla kaplı mağaradan da ürkütücüydü. Çünkü etrafta ölmüş insanların iskeletleri vardı. Biraz ilerdeki ayak seslerini işttim. Ne olduğunu anlamadan tam karşımda bir adam gördüm: Dark. Fakat rüyada olduğum için Dark beni görmeden içimden geçti ve bir şeyle mırıldandı: “Hep aynı şeyler işte. Çocukluğuma yeniden geri döndüm.” Dark’ın bahsettiklerinden bir şey anlamamıştım. Biraz daha ilerlemeye karar verdim. Bir ateşin yandığını gördüm. Ateşin başında da Cesur Şövalyeyi otururken gördüm. Fakat bitkin bir haldeydi. Hemen yanında oturan koyu yeşil saçlı bir kadın gördüm: Aneko. Aneko oturduğu yerde sürekli ağlıyordu. Neden ağladığını öğrenmek için biraz daha yaklaştım. Bir de ne göreyim!? Hiroshi yaralı bir halde yerde yatıyordu. Böğrüne bir şeyler saplanmış olacak ki sürekli kan akıyordu. Aneko ise Hiroshi’nin başını kucağına koymuş ve sihir gibi bir şey yaparak yarasını iyileştirmeye çalışıyordu. Cesur Şövalye “İnan bana Aneko nasıl olduğunu anlamadım. Kurt adamlar beni köşeye sıkıştırınca Hiroshi defolun diye bağırıp Amy’nin hançerini duvara sapladı. Sonra deprem oldu. Buz sarkıtları üzerimize düşmeye başladı. Mağara tam yıkılacakken Hiroshi’yle ben boyut kapısından geçtik. Fakat sonradan Hiroshi’nin baygın olduğunu fark ettim.” dedi. Aneko ağlayarak “Aptal!” dedi “O gücünü uygulayınca yaşam enerjisinin yüzde 40’ı tükeniyor. Ama beni dinleyen kim?” Aneko bir an duraksadı: “Senin yaran nasıl? İyileşebildin mi?” Cesur Şövalye: “Uzun bir süre yürüyebileceğimi sanmıyorum. Bacaklarımı son altı saattir hiç kımıldatamadım.”
Bu duyduklarıma inanamadım. Nasıl olurdu da Cesur Şövalye yürüyemezdi? Buna imkan yoktu. Her zaman bizim yardımımıza koşan bir kahramanın bu sefer bizim yardımımıza ihtiyacı vardı. Fakat ben ona yardım edemiyordum. Çünkü ona öylesine uzaktım ki... Daha sonra bu endişelerimi Cesur Şövalye’nin Aneko’ya seslenişi bozdu.
Cesur Şövalye: “Aneko!”
Aneko gözyaşlarını silerek “Efendim.” dedi. Cesur Şövalye “Hiroshi için böyle çok gözyaşı döktüğüne göre o senin için çok değerli birisi olmalı.” dedi. Anako Hiroshi’nin altın sarısı saçlarını okşayarak: “Evet, öyle.”
Cesur Şövalye: “Peki onu senin için bu kadar değerli kılan şey nedir?”
Aneko: “Her şey... Bak Cesur Şövalye, ben daha bebekken annemle babam öldüler. Ben yıllarca aile hayatı yaşamadan yokluklar içerisinde büyüdüm. Fakat yıllar sonra Hiroshi’yle karşılaştım. O zamandan beri hayatım çok değişti. Bana sevmenin ve sevilmenin ne demek olduğunu öğreten oydu. O yıllardır benim ailem oldu. Bu yüzden benim için bu kadar çok değerli.”
Cesur Şövalye Aneko’ya: “Hiroshi’yle nasıl tanıştığınızı bana tam olarak anlatsana.”
Aneko: “Elbette.”
Cesur Şövalye: “Mümkünse Darkla’da nasıl tanıştığını öğrenmek istiyorum.”
Aneko: “Peki.” dedi ve “Özel güçlere sahip olduğun için sen bilirsin Cesur Şövalye. Biz melekler yüzyıllardır yaşayabiliriz. Ben de M.Ö. 1500-2000 yıllarından beri yaşıyorum. O zamanlar köle ticareti denen bir şey vardı. Ben de bir köleydim. Nasıl olduğunu ben de bilmiyorum ama bir zindana atılmıştım. Zindanda kanlar içinde olanlar, ölüler, hatta açlıktan insanlarla beslenenler bile vardı. Henüz yedi yaşındaydım. Daha çok küçüktüm. Zindanda öyle tip tip insanlar vardı ki hepsinden korkuyordum. Zindana atılmadan önce bana işkence yapmışlardı. Yaralı bir haldeydim. Öylesine çağresizdim ki...
Zindanda ölen insanlara ne oldu bilmiyorum ama diğer yaşayanları zenginlere satmışlardı. Birgün zindanda sadece 16-17 yaşlarında bir kız ve ben kalmıştık. Kız bana kötü kötü bakarak “Korkuyor musun ufaklık?” diye sordu. Ben evet manasında başımı salladım. Kız “Bence de korkmalısın.” dedikten sonra siyah kılları olan bir yaratığa dönüştü. Öyle korkmuştum ki ne yapacağımı bilemedim. Canavar bana saldırdığı an kenara çekildim. Canavar başını duvara çarpmıştı ama sadece tökezledi. Tekrar saldırmak için koşturdu. Tam kenara çekilecektim fakat arkamdan bir canavar beni öylesine sıkı tuttu ki kıpırdayamadım. Etrafımı canavarlar sarmıştı. Tam sonumun geldiğini düşünürken masmavi bir ışık canavarlardan birini eritti. Tüm canavarlar ışığın geldiği yöne döğru baktı. Fakat beni esir alan canavar dışında hepsi erimişti. Canavar mavi ışığı saçan çocuğa “Yaklaşacak olursan eğer bu kızı öldürürüm.” dedi. Canavarları eriten çocuk elinde tuttuğu kılıcı bıraktı ve “Tamam. Pes ediyorum.” dedi. Canavar beni bir kenara fırlatıp kılıcını yere bırakan kişiye saldırdı. Çocuk kılıcını yerden aldı ve canavarın tam kalbine sapladı. Canavarsa buharlaştı.
Ben öylesine korkmuştum ki titreyerek yerde yatıyordum. Sonra çocuk elindeki kılıcı yere bırakarak banadoğru yaklaştı ve elini uzatarak “Kalkmana yardım edebilir miyim?” dedi. Ben de “Sen canavar değilsin ama değil mi?” dedim. Çocuk hayır manasında başını salladı ve “Benim adım Hiroshi. Seninki ne?”dedi. Ben de kekeleyerek “A-Aneko.” dedim. Hiroshi “Haydi ver elini bana.” dedikten sonra hiç çekinmemiş bir şekilde ona doğru elimi uzattım. Hiroshi beni yerden kaldırdıktan sonra “Senin bir ailen var mı?” diye sordu. Ben de “Hayır, ben daha küçükken ölmüşler.” dedim. Hiroshi: “Aneko! Sen hayatın boyunca hiç uçtun mu?” Ben: “Hayır.” Hiroshi: “Peki uçmak ister miydin?” Ben evet manasında başımı salladım. Hiroshi birden bana sarıldı ve o an kanatlarım oldu. Tıpkı Hiroshi’nin kanatları gibi. Hiroshi birden yere eğildi ve yüzüme bakarak “Ben de senin gibiyim Aneko. Ben çok küçük yaşlardayken benim de annem öldü. Babam kim onu hiç bilmiyorum. Ama benim altı yaşında bir kız kardeşim var. Ben ondan üç yaş büyüğüm. Eğer istersen onun ağabeyi olduğum gibi senin de ağabeyin olabilirim. Üçümüz bir aile olabiliriz. Kabul mü?” dedi. Ben de gözlerime inanamayarak hemen kabul ettim. Sonra Hiroshi kılıcını yerden aldı ve elimi tutarak benimle birlikte uçtu.”
Tüm bu duyduklarıma inanamadım. Ama Aneko için Hiroshi’nin neden bu kadar değerli olduğunu anlayabiliyordum. Çünkü benim de bir ağabeyim vardı ve ben de onu kaybetmeyi hiç istemezdim.
Birden uyandım. Baktım ki gün daha yeni doğuyor. Herkes uyuyordu. Fakat Haruka’yla Hitomi’yi hiçbir yerde göremiyordum. Onları aramaya karar verdim. Erik ağaçlarının arasında dolanıp durdum. En sonunda ikisini bir erik ağacının altında uyurken buldum. Arkamdan gelen küçük bir kız sesi duydum “Arkadaşların uyumuşlar öyle değil mi? Sen de onlar gibi uyumak ister misin?” dedi ve kıvırcık mavi saçları ve kahverengi gözleri olan küçük kız birden dört yüzü olan bir şeye dönüştü. Kızın yüzlerinden birisi kahkaha atıyor, diğeri öfkeleniyor, öbürü ağlıyor ve sonuncusu da şaşırıyordu.

Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Alice

beste-chan gumen son bölümleri yoğunluktan okuyamadım. kafedeyim, eve gidince okuyamadığım 3-4 bölümü topluca okuycam 

""Prometheus was punished by the gods for giving the gift of knowledge to man. He was cast into the bowels of the Earth and pecked by birds."" -Oracle Turret
INTP, 5w6, 9w1, 2w1, sp/sx
Sapioromantic Demisexual
INTP, 5w6, 9w1, 2w1, sp/sx
Sapioromantic Demisexual
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Alice


10. sayfa (Toplam 11 sayfa) [ 163 mesaj ] |
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız |